Zeki Z. Kırmızı / Ocak 2021

Cevat Çapan

1. Ara Sıcak1


Cevat Çapan’ın dilinin dinginliğinden ve bir o denli de enginliğinden etkilenmemek olanaksız. Büyük şiir savlarını çoktan bir yana bırakmış Çapan, dünyanın şiir dilini kendi şiiri içinden süzüp damıtıyor, bütün etkileri alıyor, aktarıyor, su suya eklenmiyor, karışıyor, yine su-şiir oluyor.

Yalnızca Elitis’e, Seferis’e, Ritsos’a değil, dünyanın tüm şiirine borçlu Çapan şiiri, bilgeliğin balını kovanlıyor. Bunun şiirimizde uğrakları Necatigil’dir örneğin, Rıfat’dır, Aksal’dır.

Bir durumu saptayan, o ele avuca sığmaz an’a dur diyen, bunu incitmeden yapmaya çalışan bir söyleyiş, Türkçe(d/y)e vadileşen bir dil kanalı, şiiri rahatlatan bir şiir.

Onun şiirinde doğa öyle güzel ve büyüleyici ki Çapan’ın diliyle doğa ilgisinin peşine düşüyorsunuz ister istemez. Doğa onun Türkçesine bürünüp, Çapanlaşıyor.

Şiir çizdiği tüm menderesler boyunca uzağa, çevrene, yerleşikliğe, barışa yapıyor göndermesini. Yokülke (ütopya) adasında yabanıl nar ağacının sessizliğini, gülmecesini sabırla, incelikle taşıyor.

Rind şiiri bunlar, bir yerde rindlik. Aç, arzulu, tutkulu, yanan şiirler değiller.


*

BAŞKA YERLER BAŞKA DÜŞLER


Bir dağdan iner gibi yavaşça

   atını bağlayıp avludaki asmaya
      odaya sessizce giren bir düştü babam.

Ben denize bakardım yarı uyanık

   annemi çocukluğunda iskelede bırakıp
      uzaklaşan gemiye.

Başka yerlerde, başka düşler canlanırdı,

   ağaran ufukta sabahın ilk karaltıları,
      sesler duyulurdu uzaktan karşı yamaçta.

Yapayalnız yürür gibi uçsuz bucaksız ovada

   nasıl bir araya geldiklerini düşünürdüm
      apayrı insanların, susarak yaşadıklarını yıllarca.

Gün, uzayan gün. Bitmeyen yol. Yakıcı güneş.

   bir baş dönmesi yalnızca yaprak kımıldamayan bozkırda,
      bir rüzgâr özlemi, bir toprak kokusu
         Yağmurdan sonra tükenen soluğumda.

Gecenin karanlığı inmeden

  sulara, uzak sulara.

MEKTUPLAR

II


Camları tozlanmış kapısını açınca balkonun

yıldızlarıyla yakamozlu bir denizi andıran

gökyüzü çıkacak karşına gecenin sessizliğinde.

Uzakta yanıp sönen ışıkları karşıdaki adanın

ve kıyıda kumsalı okşayan dalgaların ninnisi.

içeri girsen, birer birer kapılarını aralasan

boş odaların, hep onun yüzü belirip kaybolacak

o anda. Ama o yok artık, yandaki komşular yok,

her hıdrellez öküz arabalarıyla gittiğimiz

Göldere’deki bağ, Aldere’deki bostan

silik birer anı eski günlerden. Balyanoz dersen,

terk edilmiş bir balıkçı köyü artık rüzgârların

   bile uğuldamadığı.

Önce de sormuştum sana eski mektuplarımda,

böyle dönünce insan doğduğu yere yıllar sonra

ve yaşarken eski günleri, hızla yaşlanmıyor mu,

   bir yandan gençleşse de?

2. Su Sesi2


Su Sesi’nde Ara Sıcak’ın etkilerini almasam da değişen bir şey yok. Aynı ses, aynı dinginlik, bilgelik sürüyor. Kucaklayan, saran, kavrayan, dünya yerlisi bir ses (su sesi) onunkisi. İnsanı bir düğüme iliştirmeyen, ağa taşıyan derin, yatıştırıcı, eşitlikçi bir deyiş. Onun tüm geçmişinden imbiklediği anı, tümümüzün, herkesin de anısı. Zamandaşlık (zaman yoldaşlığı) tortulanıyor okurluk deneyimimizin derinliklerinde. Bu zaman benim de zamanımdı, bu imge bana da göz kırpmıştı, bu sesi bir yerlerde ben de duymuştum.

Bence Cevat Çapan’ın içeriği, aktarımları, izlenceleri (program) üzerine durmanın anlamı yok. Eğer üzerinde durulacaksa kullandığı tını, ses aralıkları üzerinde durmak gerekiyor. Barok’a özgü incelikler ve bilen bilir yumuşak sertlik, karayergisel (ironik) duruluk (berraklık), duygunun arınma işleminden geçtiğini, sevgiyle ama bir o denli saygınlık, içtenlik, ciddilikle işlendiğini gösteriyor apaçık. Çapan’ın çifte su verilmiş, dünya şiiriyle bilenmiş anlatımı hiçbir dille de bulaşıp kirlenmeden Türkçeye bir kez daha yetkinlik, yeterlilik olanağını sağlıyor. Gürültüsüz patırtısız, alt ve ikincil seslerle, dünya karşısında direngen ama ayrıca yaşadığım için mutluyum, dünyanın acısını çektim ama mutluyum, dercesine sevecen bir durma biçimi(nin denenmesi)… Şiir (su) böyle dipten akıyor. Zaman zaman şiirin aralıklarından parlayan renkler, sesler, ezgiler kuşkusuz has okura yaşanmışın yeraltısuyu derinliğini anımsatıyor. Arkada bırakılmış hemen her şeyden gelen bir sessizlik, bir varlık duygusu söz konusu. Yani anlıyoruz ki çapraz (verev) bir kurgu var. Varlık olaydan esinli ya da tersi (vice versa). Anı, öykü, olay bu dille, anlatımla varlıklaşıyor, dolayısıyla varlıkbilimine (ontoloji) sıçrıyoruz, varlıksa gülümseyen bir olanak (imkân) gibi insana, türe, aşkınlığa yol veriyor. Bunu gül(ümsey)en su olarak adlandırabilirim. Akan ve gülümseyen su…

Yaşam kuşkusuz Kaldığımız Yerden sürecektir. Bellek zamanın (geçmişin) içinden renkli taşlarını toplayacak, Belleğin Dehlizlerinden gelen ışık, an’ı aydınlatacaktır. Yalıoba’dan, özel bir konumdan da tanıklık edilecektir yaşamın gidişine. Bütün bunlar yaşamın şairi getirdiği yerde bir yeniden değerleme anlamına gelmektedir. Yaşamın dönüm noktaları, seyirleri, sapmaları uzaktan, daha kavrayıcı bir çevrenden (ufuk) gözden geçirilmekte, düşlenmişle gerçekleşmiş arasındaki açıklığa satır aralanmaktadır. “Deniz, deniz!” diye sayıklanmış, kara özlenmiştir: “Kara göründü!” (11) Bir an’a, görüntüye (imge) sığdığı olmuştur uzun yaşamların: “Bir kadın kendi kendine konuşuyor mutfakta/ balığın pullarını ayıklıyor bir yandan,/ bir de bir çocuk, atlasındaki dağlara bakan.” (Denizkızıyla Konuşan Balıkçı, 15)

Hiç sevmediğim, istemediğim şeyi yapmayacak, şiiri yorumlamaya, açıklamaya kalkmayacağım burada. Derdim şiirin var olma, şiir olma gerekçesini yakalamak, niye burada olduğunun, olması gerektiğinin varsa tezlerini üretmek. Yoksa bizde yaygın ve hoşlanmadığım bir anlayışın aptal tuzağına düşmüş olurum. Cevat Çapan şiiri kendine bir uzam/zaman açabilir, aralayabilir mi? Görünüşte, ilk izlenimde sınıfta kalacağını düşünmek nasıl da yanıltıcı olur, bunu imlemek görevim. Çünkü dünyanın şiirine değdikten sonra yine de kendi kalan bir şiir ortaya çıkarabilmek tersi örnekten daha kıvandırıcı, mutluluk verici, önemlidir. Daha kimsenin yürümediği bir yoldan gelmiş şairin alçakgönüllüğü çok fena yanıltabilir önlemsiz okuru. Şunu kimse unutmamalı. Bu yüzeyde çatışmasız akan şiirin (suyun) altında bütün o seslere dokunulmuştur. Şiirin altı doludur. Mahzen gerçekten derindir.

Bir olayı ona odaklanıp aktaran değil, olayların karşılaştırıldığı, eş(it)lendiği ve ölçeklendirildiği, her şeyin kendi ölçülerine yerleşti(rildi)ği bu demokratik, elektriksiz, çarmıha gerilmemiş vahada Cevat Çapan’ın şiirine bir coğrafya düşleyebiliyoruz. Küçük tezimiz de budur, tikel (Su Sesi) örnekten yola çıkarak. Söylene (mit) köklenen ama söyleni silen, (insan) aşkınlığ(ın)a bağlı, ama insan ölçekli (humaniter), öteden esinli ama şimdi burada’ya yürekten bağlı (İda, körfez, Yalıoba, vb.), büyüklerden bir küçüklük, bilgiden bilgelik, rindlik demiştim, evet rindlik…


*

KALDIĞIMIZ YERDEN


Yaşadıklarının bir tortusuydu o masum anılar,

geleceği nerdeyse unutulmuş bir zamana

   bağlayan.

Unutma, belleğin zindanındı senin,

düş gücün özgürlüğün.

Böylece dolaşıp durdun bir süre

dilini anlamadığın insanlar arasında,

gökyüzünün mavi bir yama gibi

görünüp kaybolduğu gökdelenler altında.


Nasılsa rastlamıştın bir gün ücra bir bitpazarında

gözden çıkarılıp bir köşeye atılmış o tozlu

   yadigârlara

ve anlamıştın hemen, derinden bir acıyla:

aldırışsızlık da bir çeşit rahatlamaymış

   sonunda.

Şimdi gene bir sürgündesin kendinden,

uyandığın yer uyuduğundan başka.

Sen de duymuşsundur elbet eski bir kulağı kesikten:

kendini kolay kolay bağışlayamazmış insan. (s.22)


O UÇSUZ BUCAKSIZ DENİZLERDE


Diyelim bu senin son sabahın-

biri yavaşça fısıldıyor bunu kulağına;

sen de içine sindirmeye çalışıyorsun

   bu gerçeği

ve yavaş yavaş değişiyor bakışların.


Zamanla ilgili bir değişim bu.


Yaşanacak zaman, ölünecek zaman.


Gülümseyerek “Zaman halleder her şeyi,”

diyorsun kendi kendine.


Oysa ne zaman kalmıştır artık senin kendini

   bağışlayacak,

ne sevdiklerine selam yazacak bir kurşunkalem,

Sen gene de o sevdiğin atlasları aç,

gidemediğin adaların adlarını hecele

o uçsuz bucaksız denizlerde

son soluğunla.


Gece, gündüz, yaz, kış

ve araya giren baharlardı

hiç unutamadığım. (s.30)


GÖKKUŞAĞININ ALTINDA


Bilinmez, bir beklediği var mıydı

o uzun yolculuğun kimsesiz bir durağında.

Yolda kalmış hurda bir kamyonun sönük

   farları gibiydi gözleri.

Karşı köprü altında yanıp sönerken

   dereye vuran gölge,

o kıraç yamaçta, umutsuzca bir umutla

   beklemişti habercisini.

Gömdüm,” dedi, “kendimden önce

derinlerdeki izleri.

Artık hiçbir şeyim yok karanlığa katacak

   kendi yanılgılarımdan başka.”

Elinden tutup yavaşça, dağılan sisin ötesinde

beliren adaları gösteriyorum şimdi karşı kıyıda.

Bir kadın çamaşır asıyor balkonda,

bir çocuk ıslık çalıyor, dalarken

batı bir gemiden saçlarına takılan

yosunları temizlerken.

Her şey çok yakındaymış gibi,

ayrıntılar şaşırtmıyor bizi

bu sessiz buluşmada.


Unutulmuş sesler yankılanıyor bulutlu dağların

ardında.


YALIOBA GÜNLÜĞÜ III


İnsan baka baka

baktığı manzaraya dönüşür bazen

bir gün uçsuz bucaksız bir deniz yansır

   gözlerinde,

bir gece uzayıp giden bir çöl yıldızlar

   altında.

*

Seni anadilinde yazdığın o güzel dizeleri

üvey kardeşinmişim gibi yorumlamaya çalışıyorum

   kendimce,

renklerini soldurmamaya çiçeklerin.

Beni en çok zorlayan

   soluğunun düzeni.


*

Belki de Portekizli şair Pedro Tamen anlatmıştı

   Tarabya’da,

İstanbul’u andıran bir kıyı kentiymiş Lizbon,

inişli yokuşlu dar sokaklarında sarı tramvaylar

   dolaşan.

O akşam birlikte kendi dilimize çevirmeye

   çalışmıştık şu dizeyi:

Küçük çocukları ısıran azgın bir köpektir

   zaman.”

*

Bugün de kıyısındayım denizin,

Rumlardan kalma yıkık kalenin

   yamacında,

Belki de sendendir diyedir imbatla gelen

   bu serserilik.

Dönsem, su serpsem bahçedeki kayrak

   taşlarına,

çardağın altı da serinlese akşamsefaları

   açarken.

*

Gün batarken yaklaşıyorduk köye,

   atlarımız yorgun.

Bakıyorum, ne rüzgâr, ne yağmur,

ne de dallarda alabildiğine devinen

   yapraklar.

Köye bir helalleşme dönüşü bu askere

   gitmeden.

Sonra üç yıl Sarıkamış, karlı kışlar,

   mektuplar, mektuplar.

Böyle nice yolculuklara çıktım,

büsbütün dönmüş de sayılmam

gittiğim çoğu yerden. (s.67)


SU SESİ


Önce Kar Kitabı’nda yazılıydı adları,

baharda karlar eriyince,

   kaybolup gittiler-

oysa doğanın ezberindeydi o adlar,

cemrelerle yeniden belirdiler.

Kimi sabahın çiğiyle çiçeklerde,

kimi akşamın kızıllığında, ufukta.


*

Haziran sonu

poyrazla başladıydı yaz,

haftalarca hiç dinmeden

kayaları döven dalgalar.

Homeros’un sesi Tenedos’ta

martı çığlıklarıyla

   rüzgarın sesine karıştı.

*

Temmuz da sona ermek üzere-

Rüzgârın görünmeyen salıncağında

   titriyor kavağın yaprakları,

azmağın körfeze karışan suları

   öğle sıcağında bile dipdiri. (s.72)

(2013)

Çapan, Cevat; Son Duraktan Bir Önce (2017),

Yapı Kredi yayınları, Birinci Basım, Ağustos 2017, İstanbul, 62 s.


(2018)


*

Çapan, Cevat; Bir Başka Coğrafyadan (2020),

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2020, İstanbul, 57s.


(2020)


İlk şiir kitabı Dön Güvercin Dön’ü (1985, Behçet Necatigil Şiir Ödülü), sırasıyla Doğal Tarih (1989), Sevda Yaratan (1994), Ne Güzel Yolculuktu Aklımdan Çıkmaz (2001), Ara Sıcak (2009), Su Sesi (2013), Son Duraktan Bir Önce (2017) ve Bir Başka Coğrafyadan (2020) izledi. Ben hakkında yazmaya Ara Sıcak’la başladım. Okumaya ise daha eski kitaplarından elbette. Son iki kitabı 80’li yaşlarının verimi bu durumda. Son Duraktan Bir Önce’de 84, Bir Başka Coğrafyadan yayımlandığında 87 yaşındadır büyük şair ve çevirmen yazarımız.

Beylik deyimle damıtılmış bilgeliğin her türden pırıltılı, albenili sunum kaygılarından artık özgürleşmiş (azade), beklentilerini kenara koymuş, insanları ve yapıp etmelerini çoktan bağışlamış, engin, yalın, konuşurcasına, su gibi yazılmış şiirlerini okuyoruz yine bu son iki yapıtında. Aslında bu şiirceler, şiirce anlatılar, anlık yaşam deneyimlerinin onulmaz tadı ve burukluğuyla bir anlamda ayrılık (veda) deyişleri de... Yalın ve özlü, irileşmeden, şişmeden, gerekli yerde tam gerektiğince, sonuna dek özgün ve anlamlı yaşanmış, balı tadılmış bir yaşamın süzeği, konuşur gibi (resitatif) ezgilenerek yazılmış şiirler az sonra düzyazı şiire varacak gizilgücü de taşıyorlar. Anlaşılan o ki arkada duran özne yazdığı metinle aynı varlık katından, eşdeğerli bir konumdan sesleniyor. Birbirlerinin yerine geçirilseler sorun yaratmayacak bir eşitlik, eşdeğerlilik ilişkisi var iki varlık katmanı arasında.

Şiir diye geçen bu metinler şiirin zorunsuz tumturağının, içgeriliminin, kendini daha şiir olarak sunuşunun ve büyültmesinin derdinde hiç değiller. Hatta denebilir ki şiir şiir olarak ilerledikçe şiirliğini biraz daha siler gibidir. Ses içsese, içses mırıltıya, mırıltı anıya, anı sessiz uğultuya dönüşmektedir. Elbette bunun koşulu derin ezgisellikten yine de kopmayan sözün duyarlı, dingin, yazılmıyormuş gibi yazılan doğal mı doğal belirişi olmalı. Göreceğiz.

Dingin, yatışkın bilgi bulunduğu yerden zamana uzanır ve yakınına alır dünyayı, başını okşar. Bir ten ürpertisi, ilkyaz düşü, uzak ada, Ballıdağ zamanın içinden kopup gelir, sürtünür şaire. Ya da şair başını dünyaya (taşa) yaslar ve varlıkla bitmez ortaklığına yatırır düşüncelerini. Son duraktan bir öncenin felsefesi, bilimi, sanatı, vb. yapılır ama geriye kalan şeyin tesellisi yoktur yine. Bütün bunlar şiir olduğunca sayıklamalardır bir yandan.


*

Dil gündelik yalınlığını sonuna dek üstlenir. Artık konuşmaya, söyleşmeye başlar. Konuşmak anıları kâğıda çizmek, tutturmak gibidir. Denize bakan yaşlı adamın sesi şimdi kulağımda: ‘Yolculuklara çıkın, korkmayın.’ (Son Duraktan Bir Önce, 10). Bir insan ötekine bir şey söylüyor. Yalın mı yalın üç sözcüğün arkasında insanların geçmişten bugüne yarattığı tüm dillerin anlattığı nice öykü gizli: dil teni usa diker, düğümler. Bir gözenin (hücre) içinden yazılır, katlanır, pullanır, postalanır mektup: “ıslatıp kurumuş dilinle uzun bir mektup yaz bana,/ haber ver geriye hiç dönmeyenlerden.” (11) Yahya Kemal’in sesi duyulur Çapan’ın sesi altından, kulağımıza gelir. Geçerken bir dosta (Turgut Uyar) selam verilir.

Yaşanmış şey nedir? Yaşanmış şey senin midir? Anımsıyorsun gençliğini ama senin gençliğin mi o, yoksa başka biri mi? “Haziran gelincikleriyle gelirdin her yaz,” (12) Gelirdin değil mi? Sendin o? Çünkü geçmişi kendime iliklemem, tutturmam gerek. (Theo) Angelopoulos’un da derdiydi bu, görüntülerin izinden yürüyordu geçmişine. Aynı penceredeyim ve kar var dışarıda. ‘Dağlardan inen aç kurtların parlayan gözleri’. (12) Geleceksin biliyorum. Asla gelmeyeceksin, biliyorum.

Tabucchi’nin ve Yunanlı şairin coğrafyasında ses çıkarmadan yürür gibiyiz. “Bir kadın kendi kendine konuşuyor mutfakta/ balığın pullarını ayıklıyor bir yandan,/ bir de bir çocuk atlasındaki dağlara bakan.” (17) Bu çocuğu tanıyoruz değil mi, biziz o. Neler gördük. Sis bastırır birden. Gördüğümüzü sandığımız şeyleri göremez oluruz. Kalkmak bilmedi sis. “Yol uzun sürdü umduğumuzdan” (18) Yolumuzu kestiler, vuruştuk, “korkup geri dönenler oldu içimizden,/ üstelik kimse beklemiyordu bizi,/ yanılmışız.” (18) Gerçekten yanıldık mı? En iyisi ‘sayfaları tertemiz’ yeni bir defter açmak ve ‘önce bunları yazmak’. Ayrılığın saatiydi. Yirminci yüzyıldı, büyük kopuşların, ayrılıkların çağı. Gemiye mendiller salladık, doğru. “Sanki ben değil, bir başkasıymışım gibi/ onları seyrediyorum uzaktan, yılların ötesinden./ Oysa sen susuyorsun hep. Söyleyeceğini söylemiş,/ ulaşmayı düşlediğin yalınlığa ulaşmış, saçları/ bulut rengi bir derviş gibi alıp başını gidiyorsun.” (21) Şimdi biz burada, geride kalan, yolunu şaşıranlar günbatımını bekliyoruz. Her gece, her gece genç ölülerle konuşuyoruz. Rilke’nin de birkaç kez yaşadığı bir baskındı bu. Şarkısız, şiirsiz ölenlerin uğultusu kafamızın içinde dönü duruyor: “nal sesleri duyulur uzaktan” (25) Yıllar geçer. Geçti. “Şimdi başka alanları doldurur/ zamana boyun eğmeyen kalabalıklar.” (25)

Yaz ortası. Ağustos sıcağı. “kayalık kıyıya sığınıyoruz gene Bünyamin’le,” (29) Bünyamin şiirin içinde, parçası. Aklını batık gemilere takan biri. Biri. Batıkları, deniz kızlarını sorup duruyor ya, “Konuşma hakkım var mıydı konuşamayanlar adına?” (30) dönmeyenlerin, dönselerdi anlatamadıkları serüvenlerini, Bünyamin’e anlatmaya hakkı var mıydı ozanın. Arkasından, hemen sonra “Her türlü güzellik donuklaşıyor, kaybolup yitince gözden,/ kamaşma sona eriyor sular kararırken.” (39) Anımsamamak elde mi? “Bizim bir matematik hocamız vardı lisede,” (40) Evet, benim de vardı, hepimizin bir matematik hocası vardı lisede. Biz de böyle başlatırdık kendi şiirimizi: ‘bizim bir matematik hocamız vardı lisede’.

bir gençlik arayışı mıydı, yoksa bir kaçış mıydı/ onu böyle uzaklara bırakan?” (45) Anılarıyla gençleşen dost, çöz palamarı, atla yine tekneye, “yeniden başlamak için yaşamaya/ geçmişten geleceğe, bilinmeyene” (46) Sonraya bırakma sözünü. Sözün sonrası var mı? “Belki bu da sadece bir düş – nerden geldi aklıma/ adını fısıldamak atımın kulağına?” (49)


Bir süre susuyoruz.

Sen neden hep müntehirlerle ilgilenirdin öyle?’

      diye soruyor birden.

Kendilerini başkalarının öldürmelerine izin

      vermedikleri için,’ diyorum can havliyle.

Sonra sürüyorum yorgun atımı

bana vadettiğin o uzun bekleyişe.

Bütün o ölü askerler,

kanatları renk renk

o yaralı kuşlarla.” (50)


Biliyorsun, ‘zalim’ nisanı yine mayısın erguvanları basacak, ilkyaz kapıda, sen yine cezayir menekşelerinden şaşma, “Rüzgârların adlarını öğretmeyi de unutma çocuklarına./ rüzgârların adlarını ve şifalı otları/ ve yeryüzünde ne varsa yararlı olan.” (55) Ama artık senin için geçtir, sevdiklerin çoktan yitiklere karıştı ve ‘Dünya artık çok daha tenha’. (57) Eleni teyze, Eleni Vakalo gideli çok oldu. “ben de bir şeyler söylemek istedim onun için Elence” (59) Söylediğin şeyi yalnızca sen işittin belki:


Az sonra anlıyorum bu işin bana göre olmadığını,

hiçbir şey olması gerektiği gibi değil çünkü,

bir sahafa uğrayıp sessizce Melling’in gravürlerinde

önce Boğazın yalılarını seyrediyorum hayranlıkla

oradan geçmişin İçerenköyü’ne yöneliyorum

kulağımda o eski baharların bülbül sesleri.” (62)


*

Karanlığın içindeyiz ama ‘gene de yaşıyor aşk’, (Bir Başka Coğrafyadan, 9) nice yasak konsa da. Gün başlıyor şafak kızıllığıyla. Kimse önüne geçemiyor bunun. Sense bütün gece kara boşluğa bakıp donuk yıldızları düşündün, o yaşlı adamın sözlerini. (11) Sizinkiler ‘bir çiçek dürbününün buğulu camında’ açıktan geçen gemileri seyretmişler ‘Kandilli yüzerken uykularda’. (12) Ve Ülkü’nün sesi hâlâ kulağında: “Birden giyotin gelmişse aklına,/ hemen uzakta, karda kayan çocuklara getirirdi sözü,/ kızakların tahtadan yapıldığını unutmadan./ Norveç’in nüfusunu da bilirdi bütün okullular gibi,/ Brezilyalı Pele’nin takım arkadaşlarının adlarını da (…)/ Biz onun dilsiz cerenlere dil veren sesinden duymuştuk/ bir hançerin paslanırken çıkardığı gürültüyü.” (15-6)

İnsan uzaklara gitmeyi neden ister? Dublin’e gidişini anımsıyorsun ve İrlanda gömleğini geçirişini üstüne, neler işlenmemiş ki yakasına. Sonra Zaragoza, Alpler, Karpatlar, dönmek Ege’ye, kırlarda gelincikler… “O yıllar, ‘Beni seven arkamdan gelir!’ derdin” (23) Ve senden başka neredeyse her şeyi unutmuşken bir yerlerden çıka gelen Edip, Turgut, Mehmet Baydur da nesi? “Görünmeyene bakıyorsun bilmediğin bir sona/ sona yaklaşırken,/ belki de eskiden gördüklerin yeniden canlansın diye/ sönük gözlerinde.” (Eski Defterleri Karıştırırken, 25) Anımsadıkların anımsamayı umdukların mıydı yoksa? İnsan neyi anımsar? “Bir kazıbilimci gibi boşuna eşiyorum şimdi/ yılların biriktirdiği solup silinmiş anıları.” (26) Neydi o sokak adları: Tavukuçmaz, Sormagir, Pürtelaş, Arslan Yatağı. Şimdi bulunduğun sokak: Orpheus Çıkmazı. Herkes arkada kaldı, herkes… Anımsa ama asla dönüp arkana bakma. “Gene de geçmişten dönmeyecek olanı/ bekliyor yaşlı halam,” (Mücadele Çıkmazı, 28) Kalan günleri yalınlığa adamak: “Hayatımızı sanki ölmüşüz gibi yaşayalım diye” (Dağınık Kurgu, 29) “Sonra ilk vapur iskeleden uzaklaşır,/ bu kıyıda da kanat sesleriyle başlardı sabahlar,/ uçan balıklarla yarışırdı son kuşlar.” (Çeşmibülbülün İçindeki Cin, 30) Üç günlük ömrü kalmış yaşlıların yaptığı, yolculuk içinde yolculuktu bir tür. Göçerdik: “ulaşabilecek miydik umutsuz bir umutla/ ulaşmak istediğimiz o menzile?” (Bir Seyir Defterinden, 32) Çağrışımlar, başka bir yaşamı başlatmamıza yetecek miydi?

Okulda çarpım tablosunu öğrenmiştik./ Sevinç içinde girdim mutfağa;/ annem mangalda kahvesini yaparken,/ ‘Biz kerrat cetveli derdik ona,” dedi/ gülümseyerek.” (Dalgaların Sesiyle, 39) Anılara neresinden başlanır dostlar? “Nereden başlasam diye düşünüyorum./ Birden, sayıklar gibi,/ Oyunun sonunu beklerken, Beckett’le,/ Kemikten Ev diye bir oyun seyretmiştik,/ diyorum kendi kendime,/ Paris’te, Noctambules’de.” (41) Söyleyin, bir dil niye öğrenilir, sevgilim diyebilmekten başka? Öpünce geçer dediğin yara anımsadıkça acıyor işte. Duyuyor musun, sular altında Venedik’te, Fenice’de yankılanan Lucia di Lammermoor’un sesini. Ama biliyorsun, “seni beklemekten sıkılmadığımı. “Belki yağmurlarla gelirsin,/ uzayan bu kurak, karanlık günlerde (…) şaşırtmaz beni, elim ayağıma dolaşmaz/ seni yeniden görmek.” (Bir Başka Coğrafyadan, 55)


*

Bir Başka Coğrafyadan üç şiir:


UZAKTA, TEK TENHA


Yıllardır bu dağın eteğinde unuttum

dalgaların kayalara vuran sesini.

Gene de sessizce yağıyor kar, geceler uzun,

kara bulutlar örtüyor günün soluk aydınlığını,

tenhada, zamanın sağır boşluğunda, gökyüzü dilsiz.


Oysa sana sevgilim diyebilmek için öğrendim

      Ben bu dili;

seni kim fırlattı o uzak boşluklara parlayıp

      Durasın diye sormak için.

Ay gibi, çobanyıldızı gibi o koyu karanlıkta

belki de kızaran bir turunçtun sen Endülüs’te,

      Nerja’da. (s.44)

ARA NAĞME


Ben santur çalardım eskiden:

Şehnaz Longa. Neveser Peşrev.

Güreşte peşreve başladım sonra;

elense çektim nice yalancı pehlivana,

kıspetim yağ içinde.

Bir kurt kapanı, bir künde;

açık düştüm, tuşa geldim çoğu kez.

Kulağımda hoş sâdâ,

ilahi davul zurna! (s.45)


FIRININ ÖNÜNDE SAKIZ AĞACI


Atının adı Derviş,

tutarak boncuklu yularından

ekmek taşıdı yıllarca arabasıyla;

bağırdı kısık sesiyle “Eskişehir unundan!

Yumrukaya suyundan! Taze çıktı fınırdan”

   diye küfelerle dağıttığı ekmeği
      kıtlık yıllarında.

Radyoda savaş haberleri.

Hamurkâr merdiven sahanlığına oturur,

saz çalar, pişirici türkü söylerdi

karartma geceleri.

Fırının önünde sakız ağacı,

kaptıkaçtılar ilk trene yolcu taşır,

akasyalar açarken ilk yazı getirirdi kırlangıçlar. (s.50)


*


Herkes, tümü, yaşamını dolduran insanlar çekip gittiler ve geride kalan sensin. Şimdi çekip gitme sırası sende. Seninle, daha önce seni bırakıp gidenler bir kez daha çekip gidecekler ve dönmeyecekler artık. Sendin son ilmek, bağlantı. Şimdi vedalaşma sırası sende. Sen ayrılırken senden daha önce ayrılan herkes aynı zamanda vedalaşacak. Onları da götüreceksin, anıların, belleğinde tuttuğun onca şeyle birlikte. Hazırlan. Nereye gittiğini, ne olacağını bilmiyorsun. Öncekilerin yanına gittiğin düşüncesiyle avunman boşuna olur. Toptan bir yok oluşun, hiçliğin eşiğine bastığını biliyorsun. Senden kalacak iz, anı dönüp sende hiç yankılanmayacak. Bilemeyeceksin kimin belleğiyle anımsanacağını, yaşatılacağını. Yaşatılmak elbette sözün gelimi. Yaşayana katılmak, eşlik etmek diyelim. Yine de ayrılık, veda denen şeyi ayağa düşürmemek, arkada düzgün, saygılı, dost bir imge bırakmak gerek. Niye diye sorma. Bana inan. Böylesi daha iyi. Bir şiir, bir dize, sözcük… Hatta içinde yaşamlar tutan, kaldıran, yükselten bir ses… O ses doldurabilir zamanı, nesneleri ve zamana olabildiğince dayanır. Ne kadar bilinmez ama seni anımsatır. Anımsamaları yayar, dolayımlar, başka seslere katabilir. Olması gereken ya da yapılabilecek tek şey budur. Ayrılığı yazıya geçirmek, dünyanın belleğine iliştirmek... İnsan yiter gider ama mektup adresini aramayı sürdürür. Bu sesi, senin sesini de arayan, özleyen, duymak isteyen biri çıkabilir bir gün.


*

Cevat Çapan’ın şiirinden söz edilebilir mi, günümüz Türk şiirinde bunca şiirsel atak, söylem arasında? Kalkan toza bakılırsa hiç sesini çıkarmadan köşeye çekilmek, alın, şiir de sizin olsun, deyip sesini hiç çıkarmamak doğru görünür. Şiir buysa benim yazdıklarım başka bir şeydir o zaman. Söz gelip şiir nedir’e dayanır haliyle. Şiir yazan, şiir hakkında yazan, irili ufaklı onca sözü, yargıyı dünya yazın heybesine doldurup heybesinin yükü altında iki büklüm, canhıraş çığlık atmayı yine de sürdüren ‘biz’ çoğunluk için, kendi ellerimizle yere bıraktığımız ve yerden kaldırdığımız şeydir şiir olsa olsa. Çapan gibi dillerin, dünyaların şiir denizlerinde kasıntısız ve iyelenmeksizin (sahiplenmesiz) yüzen, o denizin tuzlu, acı, tatlı suyunu içmiş bir deyişler, sesler ve sessizlikler ustası bırakır başkalarına hiç kuşkusuz şiir üzerine konuşmayı da yazmayı da. Elbette onun bir evrensel (küresel) şiir eylemcisi (aktivist) olduğunu bilerek yazıyorum bunu. Şiir üzerine nesi varsa esirgememiştir, sözünü de. Paylaşmıştır. Şiir yazmak bir hak bile değil, doğaldır onda. Dağlarca’ya benzercesine şiirlemek Çapan için bir tür yaşamak gibi doğaldır. Şiiri okur, yazar gibi yaşadığı, yukarıdaki son dört şiir kitabı örneğinden apaçık bellidir. Dolayısıyla şiir onun için ayrı bir işlem, uygulama ulamı (kategori) değildir. Bir işletim dizgesi (sistem), uzmanlık alanı, bir tanımlama, dizgeleme (sistemleştirme) yöntemi, biçimi değildir. Büyük düşünceleri, yapıları elbette bilmez değildir. Düşüncenin ve insanın tarihine kimsenin olmadığınca yakındır. İnsanlıkla, coğrafyayla, tarihin zamanıyla, dünyayla büyümüş, duymuş, yaşamıştır. Yazdığından kolayca anlaşılır bu. İstese erim alanı içindedir kuram, şiirler bilgisi, açıklaması, doğrulama ya da yanlışlamaları. Ama şiir, kuramın az kıyısında, berisinde ya da ötesinde açan, ne yapılsa yine açılıp saçılmasını sürdüren bir adsız sansız şey, bilinmezliğinden gocunmasız, öyleliğinden duygu bağışığı, nasılsalığından onanmış ve güzelleşme uğruna öznesini beklerceli, yapılmaya özlemli ve uzanık bir varlık düzenidir.

Sözün özü Cevat Çapan kaygısız bir kaygılıdır. Bunun anlamı; dil emekçiliği, işçiliği… Diller ve onların anlatma yetenekleri, dışavurma türlemeleri (çeşitleme), başka başka dillerin birbirleriyle eşleşmeleri, uyumsuzlukları, beğenmezlikleri ama yine de çözüm üretme güçleri, vb. sınanmış, Cevat Çapan bir diller çarpanı olmuştur. O bir dili ötekine vurarak dillerarası bir alan açmış, sanırım herhangi bir dile özgülenemeyecek ara çözümler, dışavurumlar, anlatımlar bulmuş, eline aldığı dili daha varlamış, öteki dilden varsıllamıştır.

Tüm bu eşsiz birikim doğal olarak onun şiirinin enginliğini, incelikli kavrayış gücünü oluşturur. Bu savsız (iddia), kendini gösteren değil, silen, göstermeyen ama varolmaktan, dışsallaşmaktan hoşnut, hatta mutlu şiir kendine bir yer açma, şiirin tarihine geçme çabası, girişiminden yoksunsa yarışma yeteneği taşımadığından değil dilleri yarıştırmanın saçmalığından ötürü öyledir. Diller el ele verir, kardeşlenir onun şiir dilinde. Türkçenin ardından öteki dillerin duyguları, uzam/zaman bağıntıları, coğrafyaları, tarihleri ve yolculukları sezilir şiir altında, duyarlı okurca. Şiire verdiği dünya emeği bilinmeseydi bu yargılar yine verilirdi, en azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. Çünkü onun coğrafyasının, düzeninin, havasını dolduran varlıkların adları da bir ekin (kültür) içine sığmaz.

Az önce dillerin yarıştırılmasından söz ettim. Bunu yapmak istemiyor ama dilleri yatıştırmak istiyor, yatıştırıyor. Huysuz atı yatıştırır, içinin olanca güzelliğini, iç gücünün yeteneğini ortaya çıkarır gibi dili (Türkçeyi) kendi güzelliğine, varsıllığına inandırıyor. Höykürmesi, çığlıklar atması, böğürmesi, sinirce bunalımları (travma, kriz) geçirmesi, güvenilmez kaypak bir kişilik taşıması gerekmiyor dilin. Tüm direniş, eşitlik çağrı ve biçimleri (form) gözetilerek verilmiş bir yargıdır bu. Dil dizginlenemeden duyguların, düşüncelerin tartımı, aktarımı gerçekleşemez. Eldeki aygıtın aynı zamanda bir suç aygıtı olmadığını kestiremez kimse. Oysa Çapan düşüncesi ve şiiri aydınlanmanın, insanlaşmanın, direnmenin ve geleceğin eşitlikçi dünyasının da şiiridir. Onu çeviri savruntusu içinde yeni türden insancalığa (hümanizma) taşıyan bu değil mi?

İşte bu bizi bir tür yerini ve zamanını yitirmiş olumlu bir duygulanıma (melankoli), hatta eşik hüznüne taşıyor. Ama çok somut, fiziksel bir hüzün baskını değildir bu. Şiirin bütünü hüznün imgesi olmaktan uzak kalır özellikle. Çapan, deneyim ve şiir bilgeliğiyle bunun olumsuz sonuçlarını çoktan bilir. Şiirin tümü hüznün imgesine dönüşürse şiir ağızdan ağıza dolanmaya, her aktarımda içeriğinden boşalmaya başlar. Neden dile takıldığı bilinmeyen, anlamıyla bağı kopmuş bir ortak (anonim) gündelik yaşam tepkisine dönüşmek kimi şair ve şiir için önemli sayılsa da Cevat Çapan öyle bir şair değil ve bunun şiirini yazmazdı. Böylece hüznün sahte, eğreti yoğunluk ve dayatmalarından bağımsız, kitabın ve şiirin (poetika) geneline yayılan bir türselliğe çıkılır. Adagio diyebiliriz buna ya da 19.yüzyıldan İspanyol şair Becquer’e gönderme yapabiliriz ama daha kıta içlerinden erken ya da geç coşumculara (romantik) çıkmamız hiç doğru olmaz. Çapan’ın şiir çizgisine aykırıdır bu. Daha barok, incelikli, duyarlı, güneyli bir Latin yazgıcılığı (kadercilik)… Ama özellikle 20.yüzyıl ve onun öyküsüyle iç içe. Baroku 20. yüzyılda yorumlama girişimi denebilir. Dolayısıyla anlatımcılık, gündelik yaşam izlenim ve aktarımları, gündeliğe katışmış duruşun, bakışın olmakla olmamak arasında ipildeyen, kesinliğini yitiren (flu) görüntüleri, zaman zaman düşünmeye alınmış bedenin ayrıştırılmış gerekçe ve işlevi, bütün bunları birden kavrayan bilincin yitim duygusu, bunun yiğitçe, cesaretle üstlenimi, vb. ile taşındığımız Akdeniz, Latin, Angelopoulos (Sonsuzluk ve Bir Gün, 1998, Tabucchi’den (İsabel İçin Bir Mandala, 2013) söz etmemiz hiç de yanlış olmayacaktır.

Çapan, Cevat; O Geniş Boşlukta (Şiir, 2022),

Yapı Kredi yayınları, Birinci basım, Şubat 2022, İstanbul, 62 s.


(2022)


Sevgili Cevat Çapan,

uğuldayan sessizliğin, üzerimize yürüyen, saldıran dünya gürültüsü karşısında bir sığınak, şiirinizin sessizlik dokuyan ve daha da sürecek gibi görünen araştırmasının bir savunma biçimi olup olmadığı üzerine düşündüm, düşünüyorum. Hatta bu savunmanın, algılarımızı aşıp zorlayan, dehşet saçan yıkıcı tüm güçlere karşı bir iklim, bir çevrelortam (ekosistem), bir barınak yaratmak, dili, daha ötesinde söylemi, sözü yukarı kaldırmak, yükseltmekle de ilgisi olmalı. Yani başıbozuk bir geri çekilme değil bu (şiir), tersine kendini önsüz sonsuzmuşçasına dayatan dışarlıklı, güncel zorbalığın aslında geçiciliğine, zamanın pürüzsüz denizinde yarattığı kırışıklığa ilişkin Stoaca bir öngörü de.

İzlenimsel imgelerden örülü şiirinizin bende bıraktığı ikincil izlenimlerden kısaca söz edeceğim sizi yorma, değerli zamanınızı çalma pahasına. Yani izlenimlerin izlenimlerinin izi, genel izdüşümü... Dolayısıyla sizden, şiirinizden, O Geniş Boşlukta’dan1 söz ederken kaçınılmazca kendimden, duygularımdan söz etmiş olacağım. Çünkü dünyaya meraklı, apaçık algılarımızı zorlayıp bizi ürküttüğünü ya da korkuttuğunu sanan elbette bu geçici, günübirlik yıldırı girişimi değil, olamaz. Ömrümüzün tanıklık düzeyinden, bunun yetmezliğinden, asla yetmeyeceğinden ötürü, tüm o yitik insanlar, geçmişin ve bugünün bütün o yitirmişleri adına üstlendiğimiz bir duyguyu taşıyor ve aslında bunun verdiği kederle yüreklerimiz parçalanıyor.

Hangi anımız, hangi imgemiz, bir yerde bir zaman ağzımızdan çıkan ve kulaklarımızda hâlâ yankılanan hangi sözümüz, davranışımız, yaptığımız hangi seçim, yönelişimiz simgeler bizi? Kendilerimizden hangisiyiz? Tüm imgelerimizi bir araya toplayıp sınıflandırıp oradan kalıcı, genel geçer bir orada öylelik, öyle olmak, var kalmak imgesi çıkarmak neden bu denli güç? Klasik Hint felsefesinin olgunluk bireşimlerinden biriydi ‘böylelik’ düşüncesi. Dünya (varlık) böyleydi, nasılsa öyle. Kavrayışımız açıklamaya, anlamaya yetmeyecekti, çünkü insan böyleliğe içkindi. Elbette trajik bir yazgıcılığa varmamak olanaksızdır yakamızı bu düşüncelere bir kez kaptırdıktan sonra. Geriye sevgili şair, olsa olsa şiir kalır, kalıyor. Bu algı kapanması ya da savunmasını yine de direnişin bir boyutuna ulayan, yine ağlatılarımızdan inanılmazca sevinç mayalayan, adların arkasından dolanan, duyguları harmanlamanın dille, dil üzerinden en yaratıcı biçimi, dünyayı olabileceğine (mümkününe), olmayan ama olabilecek dünyaya bağlayan şiir... kalıyor.

İnsan kendi içine oturup, kendi içinde birikip, kendinde diline kavuştuktan sonra yalanı, dil tutmazlığını sürdürebilir mi? Dilini boyunduruğu altına almış, bağını çapalamaya gelmiştir sıra o insan için. İçeride biriken dil kendi müziğine ikinci, daha derin bir müzik katar (uğuldayan sessizlik). İçeride kişileşir, içimizin duvarlarında yankılanır, iç ses dizileri yaratır, derin bir ses uyumu… Dışarıdaki dünyanın uyak düzenleri arkasındaki başıbozukluğu, uygun adım uyak dayatmasını yadsır. Şiirin dili kişisel bir dile dönüşür, kendini yankılar. Bu kendi, şairin kendinden yaptığı ile dilinden yaptığının kesişim kümesidir. Artık nasıl söylenecekse öyle yazılır. Şair dilde, dil şiirde, şiir sözde dalgalanır. Müzik artık şiirin dili altında, kişi temsiline, kendini ezgileyerek dışa vurma biçimine dönüşür. Onun, şiir türünün genel kuralları, yasaları, uyaklama düzenleriyle ilişkisi bu noktadan sonra dolayımlı, ikincildir. Tüm o yollardan çoktan geçilmiş, gelinen yerde şiir müziğe karşı müzik, sese karşı ses olmuştur (contre-point-contre). İç bahçe armonisi, uyumu şiir biçimbilgisinin daha derin kavrayışlarını zorunlu kılmaktadır.

İlk izlenimim budur Sevgili Cevat Çapan. Şiiriniz müziğini bir yapı öğesi olarak sunmasa da içeride ve derinliklerinde ezgilemiş, yazıdan önce sözden, sözün davranıyla (jest) uyumundan bir içsel, bağdaşık armoni yaratmıştır. Sanki bu şiirin doğası sesi ezgileyen bir doğadır. Şiirinizin kendini gösterme, göze sokma, şiir olduğunu kanıtlama derdi hiç yok ve daha önce de olmadı. Benim için önemli bir şiirlik kanıtıdır bu. Çünkü bir yandan ortaklaşma, herkesin olma gizilgücünü barındırır içinde. Herkes için herkese göre şiir. Ve çünkü içsel ezgi hepimizin içinde bir teli titreştirebilir üzerinde çokça düşünmeden.

Şiirinizin önemli bir başka özelliğinden, zaman kavramıyla kurduğu(nuz) ilişkiden söz etmenin tam sırasıdır belki. Müzik gibi zamanı da bilge birikiminizle kişiselleştirdiğiniz ortada. Zaman kavramı ya da deneyimi size bilimin, toplumun, sanatsal kurgu tekniklerinin genel tanımları üzerinden değil, zamandizinlerini (kronoloji) boşa alan, anıları, anları zamansız kılan bir toplama ve dağıtma deneyimi üzerinden geliyor. Belleğiniz derlediği anılardan yarattığı imgelerle yeni ve böyle bir yaşam yaratıyor ama bir başka an(ıy)a dek. Bir an(ı) diğerini yok etmiyor. Çoktan şiirsel an(ıy)a dönüştü bile. Yazıya geçti. Artık var, sizinle ilgiliydi, orada yapılmış şey, edilmiş söz, bir bakıştı. Ama yazıya geçildi ya buradan bir basamaklı erk (hiyerarşikiktidar) gücü yontamadı kendine. Bir an(ıy)ı öteki yazılmış ya da henüz yazılmamış ama belirme sıralarını sabırla bekleyen diğer an(ı)lara göre özel kılan, odağa oturtan bir buyruk ya da yargı söz konusu değil. O an sizindi, ama sizin değildi de. Epifani sözcüğü dilimin ucuna geliyor. O söz, söyleşi yaşanmış olduğu varsayılan bir şeyi bir an için çekip alıyor, görünür kılıyor, size, sizin şimdi buradalığınıza eklemliyor. Cevat Çapan oradaki an(ı)dan yaşam çekiyor, ağını atıyor ve kendini, imgelerini topluyor, çektikleriyle, ağa takılı an(ı)larıyla yeniden çatıyor kendini. Şimdi ağını bir kez daha atacak, bir şiiri daha deneyecek... Bir an(ısın)ı daha yakalayacak ve katacaktır yaşamına. Artık son kalan kişi anımsamaktadır, herkesin yerine ve adına… Yaşamını toplaya toplaya yazacak, yaza yaza yaşamışlığını kavrayacak, kâğıda geçirecek... Şiir artık yalnızca onun yaşadığı şey, yalnızca ona ait bir şey değil ve olmayacak. Ama kendisinden başka şey de olmayacak, onun ikinci bedeni olmaktan öte.

Sizin zamanı kavrama biçiminiz elbette tarih anlayışını da etkili bir biçimde dönüştürüyor. Tarihsel olay zamana yayılıyor, genelleşiyor, Kartaca hep yanıyor ve Troya yağmalanıyor. Tamam, diye düşünüyorum, tamam da zamanı aşan ve yinelenen şey ne olabilir öyleyse? Her mevsim cehennemini niye taşısın içinde? Ve zaman bir maskeli süvari mi sahiden? Sizdeki epope, büyük uğultu varoluşsal (ontolojik) bir uğultu değil, kaygınız ve zaman kavrayışınız bizi böyle bir kavrayışa taşıyor olsa da. Tarihsel, insanın yapıp etmeleriyle ilgili daha toplumsal, ilişkisel bir yazgı anlayışınız hepimizin birey olma tutku ve atılımlarımızın üzerini kapatan, örten bir genel uğultu gibi, sürüklendiğimiz su gibi içimizi dayanılmaz bir kederle dolduruyor. Başka bir öykümüz, yaşamımız olabilir miydi? Tarihin, toplumun dışında kıyıda, çardak altında, güneşe yaka bağır açmışlığımızın kişisel anlatısında bu genel tarihi doğrulayan ne var? Kişinin tarihi ile toplumsal kişinin tarihi ayrı anlatılabilir mi? Ayrı anlatılırsa, hüzün açıyla doğru orantılı olarak büyür mü? Yalnızca hüzün mü söz konusu olan? Ya tasa, ikilem, doğru yer(de olma) kaygıları?..

Bizi bu derin bunalımdan elbette kurtarılmış o an ve o anın şiirinin aydınlığı kurtaracak, kurtarmasa da yatıştıracak, avutacaktır. Peki, bu teselli yetecek mi bize? Az da olsa dinecek mi acılarımız? Paraşüt açılmadığında, toprağa çakıldığımda, düşlerim havada kalmayacak mı?

Sizin zaman sorgulamanız damağımızda acı bir tadı esirgemeyecek ve durup durup soracağız kendimize: Düş bedenden ayrılabilir mi? Düşgören ben miyim? Kimin düşüydü o imge? O tutku, coğrafya, ülke? O insanı, o sözü ben mi tanıdım, duydum? İmgemin içinde nasıl yer aldım, kendimi nasıl imgeledim, gördüm? Sizin yanıtınız, belli belirsiz de olsa, açık sayılır sevgili şair: Evet, düşü gören sensin. O düşü sen gördün. O düşlerin çöllerindeki bedeviler beyaz harmanileriyle ufukta kayboldular. Düşü kıran, tutuklayan ‘kolluk’ güçleri devriyede olsa da düşü gören yine de sensin.

Tamam zamandan geçtik, zamanı dönüştürürken kendimiz zamanla birlikte kendi sınırlarımızı da esnettik, yer yer de sildik. Zaman hem bizim zamanımızdı hem değil, başka bir zamandı. Söze iniverdik, kıyıya. Bir kıyı nedir? Neredeyse geometrisiz, tanımsız bir çerçeve içinde iki insan hiç başlamadıkları ve hiç bitmeyecek gibi görünen bir söyleşinin ortasında belirip bir çift söz uçuruyorlar gökyüzüne. Bünyamin soruyor: Ufuk çizgisi nedir? Bu söz gerçekte kime, neden söyleniyor? Söz, dünyayı yerindeler, onaylar, ötekini ve kendini bu gökyüzü, bu deniz, ormanın içinde düğümler ve çözer. Söz tüm olası zamanların sözü gibi gelir bulur seni ve yanıtın da onca eskidir, bildik ve doğrulayıcı. İlk kez söylenmişçesine yeni. Dağ gibi, dağa tırmanan at gibi, kaya gibi, yol, değirmen gibi. Söyleşimin duyarlı havası içinde zamansızlıktan doğma gülmece (mizah) değdiği yeri hiç yakmaz, acıtmaz, tersine ısıtır. Yarenliğin, şakanın, yaşamayı yine sevmenin havası sarıp kuşatır küçük (mikro) evrenimizi. Sen, ben ve bardakta çaylarımızla şimdi buradayız ve tıpkı bu resimdeki gibiydik dün de önceki gün de ta geçmiş zamanlardan beri ve olası tüm gelecek zamanların içinde… Bu söz, sözümüz böyleydi, böyle amaçsız böyle kendisi ve doğaldı. (İşlevsizliğinden işlevsel.) Her şeyi anlatan bir söz(ce) ve hemen hiçbir şeyi... Kendinden ışıyan beden, kızaran ten, sözde billurlaşan eğilim... Şiir anlatmanın bir ve belki son yolu değilse nedir ve insan insanı bulduğunda anlatmaktan başka ne yapar? Herkesin anlatacağı bir şeyi var ve o şey olmadan kendini tutturamıyor dünyaya. İyi de anlatanı kim duyar, dinler? Şair. Şairdir ustaların ustası anlatıcı ve dinleyici. Öyle anlatır ve dinler ki anlatma ve dinleme bile silinir, söz çökeldikçe çökelir, geriye böylelik kalır. Sözün ören yerlerinde dikilir kulak. Oraya sinmiş, uzakların bir yankısı, bir öykünü, yaşanmışlığın belli belirsiz taslağı (eskiz) gibi, sis gibi yakalanmayı umarak bekler yüzlerce binlerce yıl. Şiirdir. Şiir, okunmayı uman ve bekleyen çukurda birikmiş sis gibidir ve içinde tüm anlatılmış öyküleri barındırır. “Freud’dan çok Jung’u okuyordum o yıllar.” Kim söylemişti bunu, kime, nasıl, nerede? ‘Ay aman of diye arya söylüyor Cavit.’ Bunu da duyuyoruz. Çevrelortam demiştim başta. Evet, biraz zorlasak hava küreye (atmosfer) çıkarız. Söyleşimi kuşatan havaya. Küçük havaya, atmosfere. Yorulmuyoruz dinlemekten, bunamış dostumuzun istasyon kahvehanesinde gerçeği düşe bulamış sözleri arasında yine de duymayı umduğumuz son bir şey var: Gökyüzünün denize yansıdığı ülkeler…

Öyleyse ne gam! Şiir bizim olmuş olmamış, o yazmış ya da ben yazmışım niye dert edelim ki? Onun sesi benim çıkarabileceğim ses bileşimleri içerisinde olası bir sesletim değil mi? İnsanlar doğar ve ölürler ama sözleri kalır, sürer gider. Şiir, dize yaşamını ağızdan ağıza halkalar. Metinlerdir metinleri kovalayan, şiirlerdir şiirlerin ardı sıra seğirten. Bir şiir ötekinin ödüncü, vereceği-alacağıdır. Şiirdir şiire ebe, şairden önce. Böyle demeye getiriyorsunuz sevgili Cevat Çapan, şiiri önceliyorsunuz tüm alçakgönüllülüğünüzle, kendinize. Ve bir şey öneriyorsunuz, çok önemli bir şey. Yahya Kemal de sizsiniz, Hisar da Shakespeare de.

Unutsam olmaz. Sizin okurunuzla, benimle paylaştığınız gizlerinizden biri, kulağıma fısıldadığınızı duyduğum şey zaman kavramınızı karşılayan, tartan öteki uzam (mekân) ve coğrafyalara ilişkin teziniz. Dünyanın yerlerini de eşitlediniz, oralarda kendi imgenizi düşlediniz, buluşma öykülerinizi zamandan soyutlayıp hiçbir yerdeyken her yerde olmanın gizini de çözdünüz. Orada olmak, orada bir şeyi yaşamak elbette güzeldi, ama burada olmanın güzelliğinden, bilincinden ötürüydü bu. Dünya beş parasız kendinize kattığınız mülkünüzdü ve siz dünyanın öz çocuğu, mülküydünüz öte yandan. Sınırları, kuralları, yasakları anlamayacaktınız elbette. Güneşi, bulutu, denizi, ağacı hangi ülkenin yurttaşı sayabilirdik ki?.. Ve Erpenbeck’in sorduğu üzere, ülkeleri ayıran sınır hangi kedinin bıyıkları arasından geçerdi? İçinizdeki hınzır ve öğrenmeye aç serüven dürtülü çocuk, coğrafyalarını en başından beri genişletmiş, hep genişletmiş olmalı. Yoksa önü Akdeniz olan Kuzey Afrika’nın ardına nasıl kervan düzerdiniz?

Gözlük buğulanacak. İçimizi, bir daha dönmeyecek gidenlerin bıraktığı boşluk dağlayıp yakacak. Buruşuk mendilimizi çıkarıp sileceğiz buğulanmış gözlüğümüzü. Bu yaz da bitecek. Nasıl olur, demeye fırsatımız olmayacak belki. Yakınlarımızı düşünürken uzaklara bakacağız sessizce. Sessizce. Ören yerleri, oradaki kalıntılar ve o kalıntıların arkasında saklı yaşamlar geçecek bilincimizden. Bir giz. Hiyeroglif. Okunamamış bir metin. Arkeo-şiir. Dünyanın ömrümüzü aşmasında anlaşılmaz bir şey, bir giz var. Dünya bir ömre sığmıyor ve belki bunun için delirmeliyiz, delirebiliriz.

Sevgili şair.

Zamanın bağlayıcılarından biri de kuşkusuz mektup. Aslında mektup insanları olduğunca başka başka zamanları da birbirine ilikler. Üstelik en bağdaşmaz zamanları. Olanaksızlığa çoğu kez çapraz bir dikiştir. Elimizde bu mektupla ineceği durağı kaçırmış dalgın yolcudan farkımız yok. Belki mektubu okuyan bakışımız, tenhalaşan dünyaya son bakışımızdır (Benjamin). Mektup ayrılıkla, ayrı düşmekle ilgili değil mi? Mektup zaman ve yer aşan bir tansıma olsa gerek, olmalı, sanırım öyleydi. Sözün söze ilk ve son bağlacı… Söz sözü sever, ayrılığa dayanamadığı yerden şiir pıtrakları verir. Mektuplar gönderilir, alınır(dı).

Emekli albay, genç yeğenine sorar acı bir gülümsemeyle: Demek sevgiye inanıyorsun? Acı gülümsemenin arkasında ne var? Hangi yitimler, savaşlar, ayrılıklar, kavuşamamalar… Atlarına binip Toroslardan aşağı iniyorlar birlikte, albay, İskender de buralardan geçmiş diyor. Doğru. İskender de buradan geçti. Sayısız atlar da…

Düş içinde düş görüyoruz ve düşleri tek tek kaldırsak da düş görene ulaşmamız zor görünüyor.


Birden metinler arasında dolaşırken dilim dolaşıyor

ve Finnegan gibi uyanıyorum anlaşılmaz sözcükler arasında.

Hayat bir rüyaymış, diyorum mırıldanarak,

Ve bir sahneymiş bütün dünya.


Sesler, sözler arasında Finnegan gibi uyanmak… Uyanıyor muyuz sahiden yoksa uyandığımızı mı düşlüyoruz? İyi de biz kimiz, kimlerden oluruz, gerekçemiz ne? Öykümüz, anlatılarımız mı? Yeter mi olmak, burada olmak, haklı olmak için?

Sanırım.

Hiç değilse, avutuyor.


Kaynaklar


  • Cevat Çapan;; O Geniş Boşlukta (2022), Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2022, 62 s.