O Geniş Boşlukta - Bir Mektup
Zeki Z. Kırmızı / 2022

O Geniş Boşlukta - Bir Mektup
Zeki Z. Kırmızı / 2022
Sevgili Cevat Çapan,
Uğuldayan sessizliğin, üzerimize yürüyen, saldıran dünya gürültüsü karşısında bir sığınak, şiirinizin sessizlik dokuyan ve daha da sürecek gibi görünen araştırmasının bir savunma biçimi olup olmadığı üzerine düşündüm, düşünüyorum. Hatta bu savunmanın, algılarımızı aşıp zorlayan, dehşet saçan yıkıcı tüm güçlere karşı bir iklim, bir çevrelortam (ekosistem), bir barınak yaratmak, dili, daha ötesinde söylemi, sözü yukarı kaldırmak, yükseltmekle de ilgisi olmalı. Yani başıbozuk bir geri çekilme değil bu (şiir), tersine kendini önsüz sonsuzmuşçasına dayatan dışarlıklı, güncel zorbalığın aslında geçiciliğine, zamanın pürüzsüz denizinde yarattığı kırışıklığa ilişkin Stoaca bir öngörü de.
İzlenimsel imgelerden örülü şiirinizin bende bıraktığı ikincil izlenimlerden kısaca söz edeceğim sizi yorma, değerli zamanınızı çalma pahasına. Yani izlenimlerin izlenimlerinin izi, genel izdüşümü... Dolayısıyla sizden, şiirinizden, Geniş Boşlukta'dan1 söz ederken kaçınılmazca kendimden, duygularımdan söz etmiş olacağım. Çünkü dünyaya meraklı, apaçık algılarımızı zorlayıp bizi ürküttüğünü ya da korkuttuğunu sanan elbette bu geçici, günübirlik yıldırı girişimi değil, olamaz. Ömrümüzün tanıklık düzeyinden, bunun yetmezliğinden, asla yetmeyeceğinden ötürü, tüm o yitik insanlar, geçmişin ve bugünün bütün o yitirmişleri adına üstlendiğimiz bir duyguyu taşıyor ve aslında bunun verdiği kederle yüreklerimiz parçalanıyor.
Hangi anımız, hangi imgemiz, bir yerde bir zaman ağzımızdan çıkan ve kulaklarımızda hâlâ yankılanan hangi sözümüz, davranışımız, yaptığımız hangi seçim, yönelişimiz simgeler bizi? Kendilerimizden hangisiyiz? Tüm imgelerimizi bir araya toplayıp sınıflandırıp oradan kalıcı, genel geçer bir orada öylelik, öyle olmak, var kalmak imgesi çıkarmak neden bu denli güç? Klasik Hint felsefesinin olgunluk bireşimlerinden biriydi 'böylelik' düşüncesi. Dünya (varlık) böyleydi, nasılsa öyle. Kavrayışımız açıklamaya, anlamaya yetmeyecekti, çünkü insan böyleliğe içkindi. Elbette trajik bir yazgıcılığa varmamak olanaksızdır yakamızı bu düşüncelere bir kez kaptırdıktan sonra. Geriye sevgili şair, olsa olsa şiir kalır, kalıyor. Bu algı kapanması ya da savunmasını yine de direnişin bir boyutuna ulayan, yine ağlatılarımızdan inanılmazca sevinç mayalayan, adların arkasından dolanan, duyguları harmanlamanın dille, dil üzerinden en yaratıcı biçimi, dünyayı olabileceğine (mümkün), olmayan ama olabilecek dünyaya bağlayan şiir... kalıyor.
İnsan kendi içine oturup, kendi içinde birikip, kendinde diline kavuştuktan sonra yalanı, dil tutmazlığını sürdürebilir mi? Dilini boyunduruğu altına almış, bağını çapalamaya gelmiştir sıra o insan için. İçeride biriken dil kendi müziğine ikinci, daha derin bir müzik katar (uğuldayan sessizlik). İçeride kişileşir, içimizin duvarlarında yankılanır, iç ses dizileri yaratır, derin bir ses uyumu... Dışarıdaki dünyanın uyak düzenleri arkasındaki başıbozukluğu, uygun adım uyak dayatmasını yadsır. Şiirin dili kişisel bir dile dönüşür, kendini yankılar. Bu kendi, şairin kendinden yaptığı ile dilinden yaptığının kesişim kümesidir. Artık nasıl söylenecekse öyle yazılır. Şair dilde, dil şiirde, şiir sözde dalgalanır. Müzik artık şiirin dili altında, kişi temsiline, kendini ezgileyerek dışa vurma biçimine dönüşür. Onun, şiir türünün genel kuralları, yasaları, uyaklama düzenleriyle ilişkisi bu noktadan sonra dolayımlı, ikincildir. Tüm o yollardan çoktan geçilmiş, gelinen yerde şiir müziğe karşı müzik, sese karşı ses olmuştur (contre-point-contre). İç bahçe armonisi, uyumu şiir biçimbilgisinin daha derin kavrayışlarını zorunlu kılmaktadır.
İlk izlenimim budur Sevgili Cevat çapan. Şiiriniz müziğini bir yapı öğesi olarak sunmasa da içeride ve derinliklerinde ezgilemiş, yazıdan önce sözden, sözün davranıyla (jest) uyumundan bir içsel, bağdaşık armoni yaratmıştır. Sanki bu şiirin doğası sesi ezgileyen bir doğadır. Şiirinizin kendini gösterme, göze sokma, şiir olduğunu kanıtlama derdi hiç yok ve daha önce de olmadı. Benim için önemli bir şiirlik kanıtıdır bu. Çünkü bir yandan ortaklaşma, herkesin olma gizilgücünü barındırır içinde. Herkes için herkese göre şiir. Ve çünkü içsel ezgi hepimizin içinde bir teli titreştirebilir üzerinde çokça düşünmeden.
Şiirinizin önemli bir başka özelliğinden, zaman kavramıyla kurduğu(nuz) ilişkiden söz etmenin tam sırasıdır belki. Müzik gibi zamanı da bilge birikiminizle kişiselleştirdiğiniz ortada. Zaman kavramı ya da deneyimi size bilimin, toplumun, sanatsal kurgu tekniklerinin genel tanımları üzerinden değil, zamandizinlerini (kronoloji) boşa alan, anıları, anları zamansız kılan bir toplama ve dağıtma deneyimi üzerinden geliyor. Belleğiniz derlediği anılardan yarattığı imgelerle yeni ve böyle bir yaşam yaratıyor ama bir başka an(ıy)a dek. Bir an(ı) diğerini yok etmiyor. Çoktan şiirsel an(ıy)a dönüştü bile. Yazıya geçti. Artık var, sizinle ilgiliydi, orada yapılmış şey, edilmiş söz, bir bakıştı. Ama yazıya geçildi ya buradan bir basamaklı erk (hiyerarşik iktidar) gücü yontamadı kendine. Bir an(ıy)ı öteki yazılmış ya da henüz yazılmamış ama belirme sıralarını sabırla bekleyen diğer an(ı)lara göre özel kılan, odağa oturtan bir buyruk ya da yargı söz konusu değil. O an sizindi, ama sizin değildi de. Epifani sözcüğü dilimin ucuna geliyor. O söz, söyleşi yaşanmış olduğu varsayılan bir şeyi bir an için çekip alıyor, görünür kılıyor, size, sizin şimdi buradalığınıza eklemliyor. Cevat Çapan oradaki an(ı)dan yaşam çekiyor, ağını atıyor ve kendini, imgelerini topluyor, çektikleriyle, ağa takılı an(ı)larıyla yeniden çatıyor kendini. Şimdi ağını bir kez daha atacak, bir şiiri daha deneyecek... Bir an(ısın)ı daha yakalayacak ve katacaktır yaşamına. Artık son kalan kişi anımsamaktadır, herkesin yerine ve adına... Yaşamını toplaya toplaya yazacak, yaza yaza yaşamışlığını kavrayacak, kâğıda geçirecek... Şiir artık yalnızca onun yaşadığı şey, yalnızca ona ait bir şey değil ve olmayacak. Ama kendisinden başka şey de olmayacak, onun ikinci bedeni olmaktan öte.
Sizin zamanı kavrama biçiminiz elbette tarih anlayışını da etkili bir biçimde dönüştürüyor. Tarihsel olay zamana yayılıyor, genelleşiyor, Kartaca hep yanıyor ve Troya yağmalanıyor. Tamam, diye düşünüyorum, tamam da zamanı aşan ve yinelenen şey ne olabilir öyleyse? Her mevsim cehennemini niye taşısın içinde? Ve zaman bir maskeli süvari mi sahiden? Sizdeki epope, büyük uğultu varoluşsal (ontolojik) bir uğultu değil, kaygınız ve zaman kavrayışınız bizi böyle bir kavrayışa taşıyor olsa da. Tarihsel, insanın yapıp etmeleriyle ilgili daha toplumsal, ilişkisel bir yazgı anlayışınız hepimizin birey olma tutku ve atılımlarımızın üzerini kapatan, örten bir genel uğultu gibi, sürüklendiğimiz su gibi içimizi dayanılmaz bir kederle dolduruyor. Başka bir öykümüz, yaşamımız olabilir miydi? Tarihin, toplumun dışında kıyıda, çardak altında, güneşe yaka bağır açmışlığımızın kişisel anlatısında bu genel tarihi doğrulayan ne var? Kişinin tarihi ile toplumsal kişinin tarihi ayrı anlatılabilir mi? Ayrı anlatılırsa, hüzün açıyla doğru orantılı olarak büyür mü? Yalnızca hüzün mü söz konusu olan? Ya tasa, ikilem, doğru yer(de olma) kaygıları?..
Bizi bu derin bunalımdan elbette kurtarılmış o an ve o anın şiirinin aydınlığı kurtaracak, kurtarmasa da yatıştıracak, avutacaktır. Peki, bu teselli yetecek mi bize? Az da olsa dinecek mi acılarımız? Paraşüt açılmadığında, toprağa çakıldığımda, düşlerim havada kalmayacak mı?
Sizin zaman sorgulamanız damağımızda acı bir tadı esirgemeyecek ve durup durup soracağız kendimize: Düş bedenden ayrılabilir mi? Düşgören ben miyim? Kimin düşüydü o imge? O tutku, coğrafya, ülke? O insanı, o sözü ben mi tanıdım, duydum? İmgemin içinde nasıl yer aldım, kendimi nasıl imgeledim, gördüm? Sizin yanıtınız, belli belirsiz de olsa, açık sayılır sevgili şair: Evet, düşü gören sensin. O düşü sen gördün. O düşlerin çöllerindeki bedeviler beyaz harmanileriyle ufukta kayboldular. Düşü kıran, tutuklayan 'kolluk' güçleri devriyede olsa da düşü gören yine de sensin.
Tamam zamandan geçtik, zamanı dönüştürürken kendimiz zamanla birlikte kendi sınırlarımızı da esnettik, yer yer de sildik. Zaman hem bizim zamanımızdı hem değil, başka bir zamandı. Söze iniverdik, kıyıya. Bir kıyı nedir? Neredeyse geometrisiz, tanımsız bir çerçeve içinde iki insan hiç başlamadıkları ve hiç bitmeyecek gibi görünen bir söyleşinin ortasında belirip bir çift söz uçuruyorlar gökyüzüne. Bünyamin soruyor: Ufuk çizgisi nedir? Bu söz gerçekte kime, neden söyleniyor? Söz, dünyayı yerindeler, onaylar, ötekini ve kendini bu gökyüzü, bu deniz, ormanın içinde düğümler ve çözer. Söz tüm olası zamanların sözü gibi gelir bulur seni ve yanıtın da onca eskidir, bildik ve doğrulayıcı. İlk kez söylenmişçesine yeni. Dağ gibi, dağa tırmanan at gibi, kaya gibi, yol, değirmen gibi. Söyleşimin duyarlı havası içinde zamansızlıktan doğma gülmece (mizah) değdiği yeri hiç yakmaz, acıtmaz, tersine ısıtır. Yarenliğin, şakanın, yaşamayı yine sevmenin havası sarıp kuşatır küçük (mikro) evrenimizi. Sen, ben ve bardakta çaylarımızla şimdi buradayız ve tıpkı bu resimdeki gibiydik dün de önceki gün de ta geçmiş zamanlardan beri ve olası tüm gelecek zamanların içinde... Bu söz, sözümüz böyleydi, böyle amaçsız böyle kendisi ve doğaldı. (İşlevsizliğinden işlevsel.) Her şeyi anlatan bir söz(ce) ve hemen hiçbir şeyi... Kendinden ışıyan beden, kızaran ten, sözde billurlaşan eğilim... Şiir anlatmanın bir ve belki son yolu değilse nedir ve insan insanı bulduğunda anlatmaktan başka ne yapar? Herkesin anlatacağı bir şeyi var ve o şey olmadan kendini tutturamıyor dünyaya. İyi de anlatanı kim duyar, dinler? Şair. Şairdir ustaların ustası anlatıcı ve dinleyici. Öyle anlatır ve dinler ki anlatma ve dinleme bile silinir, söz çökeldikçe çökelir, geriye böylelik kalır. Sözün ören yerlerinde dikilir kulak. Oraya sinmiş, uzakların bir yankısı, bir öykünü, yaşanmışlığın belli belirsiz taslağı (eskiz) gibi, sis gibi yakalanmayı umarak bekler yüzlerce binlerce yıl. Şiirdir. Şiir, okunmayı uman ve bekleyen çukurda birikmiş sis gibidir ve içinde tüm anlatılmış öyküleri barındırır. 'Freud'dan çok Jung'u okuyordum o yıllar.' Kim söylemişti bunu, kime, nasıl, nerede? 'Ay aman of diye arya söylüyor Cavit.' Bunu da duyuyoruz. Çevrelortam demiştim başta. Evet, biraz zorlasak hava küreye (atmosfer) çıkarız. Söyleşimi kuşatan havaya. Küçük havaya, atmosfere. Yorulmuyoruz dinlemekten, bunamış dostumuzun istasyon kahvehanesinde gerçeği düşe bulamış sözleri arasında yine de duymayı umduğumuz son bir şey var: Gökyüzünün denize yansıdığı ülkeler...
Öyleyse ne gam! Şiir bizim olmuş olmamış, o yazmış ya da ben yazmışım niye dert edelim ki? Onun sesi benim çıkarabileceğim ses bileşimleri içerisinde olası bir sesletim değil mi? İnsanlar doğar ve ölürler ama sözleri kalır, sürer gider. Şiir, dize yaşamını ağızdan ağıza halkalar. Metinlerdir metinleri kovalayan, şiirlerdir şiirlerin ardı sıra seğirten. Bir şiir ötekinin ödüncü, vereceği-alacağıdır. Şiirdir şiire ebe, şairden önce. Böyle demeye getiriyorsunuz sevgili Cevat çapan, şiiri önceliyorsunuz tüm alçakgönüllülüğünüzle, kendinize. Ve bir şey öneriyorsunuz, çok önemli bir şey. Yahya Kemal de sizsiniz, Hisar da Shakespeare de.
Unutsam olmaz. Sizin okurunuzla, benimle paylaştığınız gizlerinizden biri, kulağıma fısıldadığınızı duyduğum şey zaman kavramınızı karşılayan, tartan öteki uzam (mekân) ve coğrafyalara ilişkin teziniz. Dünyanın yerlerini de eşitlediniz, oralarda kendi imgenizi düşlediniz, buluşma öykülerinizi zamandan soyutlayıp hiçbir yerdeyken her yerde olmanın gizini de çözdünüz. Orada olmak, orada bir şeyi yaşamak elbette güzeldi, ama burada olmanın güzelliğinden, bilincinden ötürüydü bu. Dünya beş parasız kendinize kattığınız mülkünüzdü ve siz dünyanın öz çocuğu, mülküydünüz öte yandan. Sınırları, kuralları, yasakları anlamayacaktınız elbette. Güneşi, bulutu, denizi, ağacı hangi ülkenin yurttaşı sayabilirdik ki?.. Ve Erpenbeck'in sorduğu üzere, ülkeleri ayıran sınır hangi kedinin bıyıkları arasından geçerdi? İçinizdeki hınzır ve öğrenmeye aç serüven dürtülü çocuk, coğrafyalarını en başından beri genişletmiş, hep genişletmiş olmalı. Yoksa önü Akdeniz olan Kuzey Afrika'nın ardına nasıl kervan düzerdiniz?
Gözlük buğulanacak. İçimizi, bir daha dönmeyecek gidenlerin bıraktığı boşluk dağlayıp yakacak. Buruşuk mendilimizi çıkarıp sileceğiz buğulanmış gözlüğümüzü. Bu yaz da bitecek. Nasıl olur, demeye fırsatımız olmayacak belki. Yakınlarımızı düşünürken uzaklara bakacağız sessizce. Sessizce. Ören yerleri, oradaki kalıntılar ve o kalıntıların arkasında saklı yaşamlar geçecek bilincimizden. Bir giz. Hiyeroglif. Okunamamış bir metin. Arkeo-şiir. Dünyanın ömrümüzü aşmasında anlaşılmaz bir şey, bir giz var. Dünya bir ömre sığmıyor ve belki bunun için delirmeliyiz, delirebiliriz.
Sevgili şair.
Zamanın bağlayıcılarından biri de kuşkusuz mektup. Aslında mektup insanları olduğunca başka başka zamanları da birbirine ilikler. Üstelik en bağdaşmaz zamanları. Olanaksızlığa çoğu kez çapraz bir dikiştir. Elimizde bu mektupla ineceği durağı kaçırmış dalgın yolcudan farkımız yok. Belki mektubu okuyan bakışımız, tenhalaşan dünyaya son bakışımızdır (Benjamin). Mektup ayrılıkla, ayrı düşmekle ilgili değil mi? Mektup zaman ve yer aşan bir tansıma olsa gerek, olmalı, sanırım öyleydi. Sözün söze ilk ve son bağlacı... Söz sözü sever, ayrılığa dayanamadığı yerden şiir pıtrakları verir. Mektuplar gönderilir, alınır(dı).
Emekli albay, genç yeğenine sorar acı bir gülümsemeyle: Demek sevgiye inanıyorsun? Acı gülümsemenin arkasında ne var? Hangi yitimler, savaşlar, ayrılıklar, kavuşamamalar... Atlarına binip Toroslardan aşağı iniyorlar birlikte, albay, İskender de buralardan geçmiş diyor. Doğru. İskender de buradan geçti. Sayısız atlar da...
Düş içinde düş görüyoruz ve düşleri tek tek kaldırsak da düş görene ulaşmamız zor görünüyor.
Birden metinler arasında dolaşırken dilim dolaşıyor
ve Finnegan gibi uyanıyorum anlaşılmaz sözcükler arasında.
Hayat bir rüyaymış, diyorum mırıldanarak,
Ve bir sahneymiş bütün dünya.
Sesler, sözler arasında Finnegan gibi uyanmak… Uyanıyor muyuz sahiden yoksa uyandığımızı mı düşlüyoruz? İyi de biz kimiz, kimlerden oluruz, gerekçemiz ne? Öykümüz, anlatılarımız mı? Yeter mi olmak, burada olmak, haklı olmak için?
Sanırım.
Hiç değilse, avutuyor.
Şubat 2022
[1] Cevat Çapan; O Geniş Boşlukta 2022 Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2022, 62 s.