Dünbatımı Defterleri - Edebi İçtimai Cinai Tıbbi Bir Kolaj

Zeki Z. Kırmızı / 2022

İbrahim Yıldırım

Hüznengiz Bir Arabesk: İki Uzun Öfke

Dünbatımı Defterleri: Edebî İçtimaî Cinaî Tıbbî Bir Kolaj 1


“Bir başka isteğim ise bu kitabın en az bir kişi tarafından

sözcük cümle satır sayfa atlanmadan okunmasıdır.

Böyle bir şey gerçekleşir mi?”

(Dünbatımı Defterleri, s.194)


Çok sevdiğim ve yaşayan yazarlarımız içerisinde tüm yapıtlarıyla çok önemli bulduğum İbrahim Yıldırım’ın son romanı: Dünbatımı Defterleri (DD)2. Onu neredeyse 2000 ortalarından beri izlerim, bağlı bir okuru sayılırım, özellikle de 2006 sonrasında. Aslında biraz gecikmiş bir buluş sayılır benimkisi.


Yapıtlarının bir dökümü aşağıda:


öykü

Bir Cinayetin Ekonomisi

1986

öykü

e-kitap

2000

roman

Eylül'den Sonra 1: Kuşevi'nin Efendisi

2000

roman

Eylül'den Sonra 2: Yaralı Kalmak

2001

roman

Eylül'den Sonra 3: Bıçkın ve Orta Halli: Cinayet Cinnet ülke

2003

öykü

Hassas Ruhlar, Şikâyetçi Aşklar

2004

roman

Vatan Dersleri 1: Hâl ve Zaman Mektupları

2006

roman

Vatan Dersleri 2:ölü Bir Zamana Ağıt

2008

roman

Her Cumartesi Rüya

2011

roman

Nişantaşı Suare

2012

roman

Madam Samatya ve Diğer Şüpheliler

2013

öykü

Alçıtepe ailesinin Son Ferdi: Dokuzuncu Haşmet

2015

ödül

Orhan Kemal Roman Armağanı

2016

roman

Vatan Dersleri (yeniden elden geçirilmiş)

2017

roman

Hüznengiz Bir Arabesk İki Uzun Öfke

2017

roman

Dünbatımı Defterleri. Edebi İçtimai Cinai Tıbbi Bir Kolaj

2021

söyleşi

Alacakaranlıkta Karnaval (Söyleşen: Rıza Kıraç)

2022


Hakkında epeyce de yazdığım (www.okumaninsonunayolculuk.com) yazarımıza dönük ilginin düşük düzeyi nedeniyle hem üzgünüm hem de Yıldırım'ın son dönem yarattığı kişiler gibi öfkeli. Uzunca bir süredir niteliğin üzerinden çok kolay atladığımızı düşünmemek elimde değil. Birkaç gazetenin kitap ekinde, dergide sıcağı sıcağına yapılan birkaç söyleşi, tanıtım yazısıyla sınırlı kalıyor ve arkası gelmiyor yazarımıza dönük ilginin.1 Oysa bunca romanöykü sağanağı arasında son yıllarda kendine ve yazınımıza açtığı alanın çok özgün, anlamlı, yüksek nitelikli güzelduyusal (estetik) bir alan, baskın önermelerin seline kapılıp gitmeme konusunda bir uyarı, bir işaret fişeği olduğunu baştan belirtelim. Son on yıllarda Türkiye'de roman tartışmasını İbrahim Yıldırım'sız yapmayı düşünmenin bile aymazlık olduğu bana göre açıktır. Aymazlığın iki nedeni var. İlki ne yaptığının tam olarak ayrımsanamaması, ikincisi, biçimsel yapı özelliklerine takılarak içeriğinin kendi zamanında öne çıkan ardçağcılık (postmodernizm) özentisi yapıtlarla karıştırılması. Bunu söylerken okur ya da eleştiri beklentisinin ardçağcı sunumu aşan bir beklenti olduğunu söylemiyorum, ki böylesi büyük bir yanılsama olur. Söylemeye çalıştığım şudur: Yüzeysel nedenler, yaklaşımlar nedeniyle güme gitmiş, hak ettiği yeri alamamış yazarlarımızdan biridir İbrahim Yıldırım. Benim de çabam neyi ıskaladığımızı elimden geldiğince ortaya çıkarmak oldu hep, onun üzerine düşünürken. Şimdi de yapacağım budur.

Romana geçmeden ve unutmadan belirtmeliyim ki bilgisunarda, Vikipedya'sından yayıncı sayfalarına, yaşamöyküsü kaynaklarına göz atan, İbrahim Yıldırım hakkında doyurucu bir bilgi bulamadığı gibi kimi özensizliklerle, yanlışlarla da karşılaşmaya hazır olmalı. Örneğin Dünbatımı Defterleri yapıt listelerine eklenmemiş (24 Mart 2022), kimi yerlerde yapıt adları (Hüznengiz yerine Hüzengiz sözcüğünün kullanılması) yanlış verilmiştir. Yazarın birçok kitabının baskısının bulunmadığını da ayrıca belirteyim. Belki son romanını çıkaran Kırmızı Kedi Yayıneviönceki kitaplarının yeni basımlarını yapar da Türkiye'nin okurları olarak neden yoksun kaldığımızı ayrımsarız. Yayınevi yazarını yalnızca bastığı kitabı üzerinden değil en geniş anlamda üstlenmeli. Biraz da bunu umuyorum. Yayıncılığımız bunca atılıma karşın çıkarına (avantaj) sandığı kimi saçmalıkları birer önyargı olarak korumayı sürdürüyor ne yazık ki.


*

Bu yazı, bocalamasının şu aşamasında kendini bile isteye nelerden yoksun bırakacak?

Öncelikle, yazarının (Yani kendimin... İyi ama bir yazar mıyım ben?) yazarımız hakkında yazdığıönceki yazılarından... Bunun için kabul edilebilir bir gerekçesi var mı? Yok. (Zamansızlığı saymazsak... Saymalı mıyız?)

Peki, başka?

İbrahim Yıldırım hakkında köşe bucak tarayarak oluşturabileceğim eksiksiz bir kaynakçadan... Sayın okur, üşendim, itiraf ediyorum.

Başka?

Yazarımızın anlatı dışı yazılarından...önüme kendiliğinden düşen kimi yazılarının eşsiz güzellikleri bile (Hulki Aktunç hakkında yazısına ne demeli?2) başka yazılarına yönlendirmeye yetmedi tembelliğimi.

Daha başka?

Bir yeniden toplu okumadan... (Ah, ömrüm!)

Ötesi var mı?

Ve de: Aldığım sayfalar dolusu notlardan...


Neredeyse iki hafta boyunca Hüznengiz Bir Arabesk: İki Uzun öfke3 (HBA, 2017) ile daha çok Dünbatımı Defterleri (2021) notlarım bir işime yarayacak gibi görünmüyor. İbrahim Yıldırım yazın anlağı (zekâ) bu kez de beni ters köşeye yatırdı desem yeri. Okumak için bir yöntem belirlemekte en çok zorlandığım yazarlarımızdan biri ve bunun için yakınmayı değil, kendisine teşekkür etmeyi seçmem gerektiğini belirtmek işimi hiç kolaylaştırmıyor.


"Ne yapacağım ben şimdi?"4


Oldu olacak, her şeyi dışarıda bıraktığına göre kitapları ve kitapların yazarı İbrahim Yıldırım'ı da paketleyip dışarıda bırak, elinde kalana bak, göreceksin avucundaki hiç, işini nasıl da kolaylaştıracak. Yani, avucunu yalamaktan başka hiçbir şey yapman gerekmeyecek. Görmediğin şey yoktur, öyle değil mi?

Avuntu buysa eğer avuntunun böylesi dostlar başına. İstemem. Yan cebime de koymayın.

Gel sevgili kardeşim, sevgili ağabeyim İbrahim Yıldırım. Boş verip anhasına minhasına acı tatlı söyleşelim dünyanın bin türlü hali ahvali üzerine. Zaten yazma uğraşın, çaban da buna değil mi? İnsan insana nasıl dokunur, değer? Değer mi? Değse mi iyi, yoksa değmese mi?


*

Yöntemi böylece belirledikten (!), neyi nasıl yazamayacağımı anladıktan sonra söyleşi tonunda genellemelerden ve daldan dala konar göçer bir okumayı denemekten başka bir umarım yok.Öyleyse rast gele!5


Dünya


"Henüz senin sadakan nedir bilmiyorum, ama benimki dehşet verici.

Günler ve geceler, sağ görü, alışkanlıklar, dünya sana kalıyor."

Jorge Louis Borges6


Nasıl bir dünya? Öyleyse, nasıl bir roman?

İbrahim Yıldırım romanlarını oluştururken baskın biçimde yereli, buradaki şeyi gözetiyor, somut imge ve gösterimlerini dünyalılaşma kaygısından uzak biçimlendiriyor gibi görünse de çok az (ya da hiç) yazarımızda gözlemleyebildiğim bir dünyalılık, dünyayı üstlenme bilinci taşıdığı ve üstelik bunu 'malumâtfuruşluk' (bilgiçlik) diye adlandırıp, kendisiyle dalga geçercesine yapıp yazdığı için, önce yazarımız bağlamında yukarıdaki iki soruyla başlayalım istedik.

Dünya, tam da René Girard'ın tanımladığı, 'uzlaşımlarını yitirmiş bir karmaşa (kaos)' içinde tüm insan(lık) birikimlerini sorumsuzca harcayan bir dünya olduğu ve geçen yüzyılın iki büyük savaşı usunu başına getiremediğinden, onun en ıssız bucağının en ilgisiz insanı bile payına düşeni bolca alır oldu. Daha dün kendini bir(icik) yerden; uzamdan, zamandan, anlatıdan, süreklilikten, vb. tanımlar, kimliğinden tüm küresel çalkantılara karşın yine de çok az kuşku duyarken, kendini birden yaman bir çelişki içinde buldu. Ya tanıma gelmezlikle, anlaşılmazlıkla iyice erklenmiş, pekiştirilmiş bu dünya egemenliğinin çıktılarından biri olacak, 'adsız sansız' (Hardy, 1894) bir dünyalı tüketici, şeyin şeyi olarak kervana katılacak ya da sınıftan kovulacak, haylazlığı, uyumsuzluğu, vb. nedenlerle dışarıya, geçeneklere (koridor), dahası sokağa bırakılacak, atılacaktır. Bu yurtsuzlaş(tırıl)mayı en sonunda 'dilden kovulma, dil yurtsuzluğu'na dek anlamak İbrahim Yıldırım özelinde önemlidir. Sokağa bırakılan, kıyıdanlaştırılan (marjinalleşmek), eğer dizgenin artıklarıyla doyunur, yaşamınıöyle böyle yine de sürdürürse beklenen yapıt gelmeyecektir ama ya kovulmuşlar; dizgeyi, a(r)tıklarını, her türden uyumcul, uydumculönermelerini yadsır, işe dilin niteliksiz ortalama saldırısına karşı koyarak başlarlarsa ne olur? Dünyanınönünde, boyuna posuna bakmadan oransız canavara, dünya devine (Golyat) kafa tutan Davut gibi sapanıyla olmasa bile kalemiyle karşı çıkar ya da kafasında berber tası, bir deri bir kemik Rosinante'sinin sırtında elinde mızrağı el ingenioso hidalgo don quijote de la mancha gibi sonsuz adalet, iyilik ve güzelliğin peşinde bir 'yeraltı' insanı (Bkz. Dostoyevski, 1864) olarak yaşar. Artık dünyayı zamanlar ve coğrafyalar üzerinden kat eden bir kişi (karakter) olarak kendi aykırı, yani toplum dışı (asosyal) geleneğini üstlenir. Herkesin akıllı olduğu bu çivisi çıkmış dünyanın en akılsızı olmaktan başka seçeneği yoktur ve de dünyanın tam bilinci, tam romanı, tam yazarı böylece işbu romanı yazar, dünyanın böyleliğine karşı ve dirençle. Sonuç olarak, İbrahim Yıldırım küresel sorunun tam bilincidir benim yıllardır izlediğimce ve onun arkasında yatan engin dünyalı birikimi sıyırdığımızda geriye Binbir Gece Masalları, Cervantes, Sterne, Dostoyevski, Kafka, vb. ile yine kendi, yani İbrahim Yıldırım kalır. Tümü ve benzerlerinde gülmecenin sirkeleşmiş, acılaşmış tortusunun varlığından söz etmem gereksiz olur. Burada tüm insan durumları (hâl) hem kendileridir hem değil. Ne ağlatı ne güldürü ne çatışkı; ağlatı, güldürü ya da çatışkıdır. Monad (Leibniz) aynı zamanda dünyadır.

Gösteri toplumunun dünyasında (Baudrillard), yabancılaşmanın yabancılaşmasının yabancılaşmasının eldebir'inden hiç'e ulanmış, döne sine sine döne dönüşünü de duruşunu da yitirmiş tüm kıblesizliğimizde; ya yeni bir din yaratılacak ya da durum bir aynadan yansıtılacak (Stendhal)... İyi ki yazarımız aynada gördüklerini akıllı uslu düzeltimlere (rötuş) başvurmadan, tüm saçması, olmazı, sığmazıyla aktarıyor da biz okurlar iki seçenekten ilkinde kendimizi lunaparkta sayıp (yine) insanlık durumumuzu geçiştiriyoruz, ikincisinde ise gerçekliğin sert tokadıyla sersemlemiş, yüzümüzde acı bir sırıtmayla (elbette Refik çelebizadeler, Aşir Emin çölaşanlar gibi) açıkta kalmanın, faka basmanın, aslında dünyayı faka bastırmanın sarsıntısını (travma) yaşıyoruz.

Kuşkusuz dağınık bu dünyayı toplamak olanaksız görünüyor... Bunun geçmişi, bugünü, geleceği var. Geçmiş, bugün tamam da gelecek kuşkulu... Öyleyse yazarın öncelikli işi, belki de tek işi bu karmaşayı (kaos) sözcüklerle aktarmanın bir yolunu bulmak. Bunun için tekörneklemin, bireşim(lemen)in (sentez) yetmeyeceği ortada. Bireşimin bireşimi (sentezin sentezi) bir söz oyunu gibi görünse de durumu açıklayabilir. Bakışa bakmak, yazıyı yazmak, resmi resimlemek, vb. saçma gibi görünenönermeler, aslında dünyayla ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmemiz için 20.yüzyıl ilk çeyreğinden beri geliştirilen bir dünyalanma deneyiminin uygulamaları olaraköne çıktı. Kimi örneklerde işin suyu çıkıp ucu nesne tapıncına (fetişizm) varsa da başka kimiörneklerde bu karmaşık dünyaya yeni görüngeler (perspektif) açarak kavrayışı yükseltme işlevi gerçekleşebildi. Yani çözüm arayışında ya teslim olunmuş ya başkaldırılmıştır (isyan) gelinen yolun ucunda. Görsel yüzyılın görsel yaratısı sinemanın çerçeveleme yeteneği, Pandora kutusunu açma ve kutu içinden kutu değişmecesini etkili kılma açısından ayrıca verimli bir kaynak olmuştur. Tüm bunları yazmamın nedeni ise İbrahim Yıldırım'ın yapıtını üstlenme yolunun, sayısız başka yapıt yanı sıra sayısız anlatı düzeneklerinden geçmeyi zorunlu kıldığını vurgulamak içindir. Bu derinlikleri aralayarak ilerlemenin aşamalarında kendini açığa çıkaran bir göstermeciliğin (exhibitionism) önemini de yeri geldikçe vurgulayacağım. Kokuyu, hatta en pisini açığa çıkarmak, biçimiöteki biçim(sizlik)lerden süzmek, görünmezi görünmese ne iyiydi dedirtecek kerte görünür kılmak, bilincin dibini, tepelerimiz üstünde yürüdüğümüzü kanıtlarcasına en yukarıya taşımak, güçlü zavallılığımızı ya da zavallı güçlülümüzü açık arttırmayla satışa (mezat) çıkarmak (Artık kim alırsa. Kolay değildir yüzleşmek...), vb., bir dizi yazınsal işlem olarak ayrıştırılabilir. Ama şimdilik dünya üzerine bunca söz yetsin. Bu dünya fotoğrafından bir şey anlamadım, diyor ve arkadan ne gelecek diye bekliyorsanız boşuna beklersiniz. Yazarımızın dünyanın eteğinden tutup tutkuyla asıldığı doğru ama böylece bir sirk dünyasına yuvarlandığımız ve hele büyülü (sihirli) aynalar odasında yamulup kaldığımız da bir o kadar doğru. Sizce aynalar suçlu olabilir mi? Yine de bir şeyi göstermezler mi aynalar?

O şey ne(dir) peki?


Ülke


"Ne Babil'i... Sodom buraları, Sodom!" (HBA, 51)

Bu dünyanın bir yerinde ülkelerden bir ülke: Türkiye. Debelendikçe batan, battıkça çırpınan, birikimlerini haraç mezat savuran bir toplum (!)İnsanlarını yerinden ettiği gibi zamanından da etmiş ve yozlaşmış bir kamu yönetimi, yaşam alanlarını, tüm süreklilikleri silip süpürerek bir çöplüğe dönüştürdü uzunca bir süredir. "Ülkemizde yaşanan olumlu olumsuz her gelişme; toplumu yeni sözcüklerle, sıradan insanların akıllarına bile getiremeyeceği yeni kavramlarla tanıştırmaktadır.örneğin istikşafi ve subliminal..." (DD, 94) İnsanlar (yurttaşlar demek zor) çevrelerine baktıklarında ilişebildikleri bir kalıcı imden, belirteçten, köşeden, imgeden koptukları gibi bağlam yitimi kendilerine ilişkin Ben kavrayışlarını da neredeyse yok etti. Beni ben yapan şey, içinde yer alınan uzlaşımlı ilişkiler kümesinin sürekliliği, uzam-zamanın değişim geçirse de başlangıca ve sona gönderimli bilinci ise bu ülkenin büyük çoğunluğu; anımsamadığı, aslında anımsayabileceği her şey süngerle veözenle çevresinden silindiği için kendini şimdi-buradanın zaman teknesine yerleştiremeyip yakın ya da uzak herhangi bir gelecek tasarlayamayan, kendilerini geleceğin aynasında imgeleyemeyen yerlemsiz (koordinat) bir türe dönüşmüş durumda. Kafka'nın böceğinden daha kötü bir konumdayız desek yeridir. Gözümüzü bir sabah açtık ve şu ikilemle yüzleştik. Ya bizdik böceğe dönüşen veöteki herkes insandı ya da tersine, herkes böcekleşmişti ve biz insan kalmıştık. (Bkz. Kafka, Saramago.)

Keskin ve kötücül, evrensellik ve doğallık savında bir niyetin tasarlanmış izlencesinin sonucu olarak açıklamak yetersiz kalıyor yaşadıklarımızı. Ülkeyi bilisizliğin, budalalığın tanımlanmamış gücünün, dürtüsel yok etme eğiliminin ve tüm bunların ürünü kör nefretin,ötekini yıldırı kaynağından, pay ortağından başka bir şey olarak görememenin, Benleşememiş, kendini ötekinin Beni üzerinden yükseltememiş ilkel içgüdünün ele geçirdiği söylenebilir ve neden böyle olduğu ayrıca açıklanabilir kuşkusuz. Ve açıklama yine de de facto durumu değiştirmeye yetmez.

Elbette toptan bir yok oluş, kıyametten söz etmiyoruz. Varoluş, ölümleri de içkinleştirerek yeni biçimlerde sürüyor. Tüm bu anlatı tarihsel anlamda kuşkusuz geçici bir anlatıdır ve gelecekte başka bir toplumsal tasarı, bugünün insanımsılarını (primat) iyi ya da kötü kendi bileşenlerine kaçınılmazca dönüştürecek ve belki kimse eskil (arkaik) ulusal savaş marşlarını, her böğürtüyle boyutları daha büyüyen bayraklarını anımsamayacak. Dünyanın savaşöncesi ve sonrasını şöyle bir düşünelim.

Aslında toplumsal sürekliliğin kaynağı olan gönderimleri (referans) nasıl yitirdiğimizin ve nasıl bir toplumsal-kişisel takıntılı sapkınlık (obsesif compulsif, paranoya) yaşadığımızın bir dökümüdür İbrahim Yıldırım yapıtı. Türkiye, Cumhuriyetiyle birlikte yeni yurttaşını Ben olarak kurma (inşa) çabasında inişli çıkışlı bir yol izlemiş, buradan, bu ülkeden olmak duygusu bir noktada (ikinci savaş) beklenmedik bir kesintiye uğramış, ondan sonra süren ulusal tarih, ulussuzlaşma tarihi olarak adım adım Ben'leşme çabasından kopuşun karmaşasına dönüşmüştür. Yazarımız Dünbatımı Defterleri'nde bunun adını koymaktadır: 'Babil Sendromu'. Çığırından çıkmaya az kalmış toplum (!), yarattığı tüm aşırı (obez) yapılara, yani kentler, ekonomiler, siyaset düzenekleri, vb.' ye karşınözgün değer üretimi ve aktarımı yapamaz duruma gelmiştir. Bunun tinbilimsel (psikolojik) yansıması ise bir anlık aşırı salaklıkla aşırı uyanıklık arasında hızlı atımlarla (impuls) ilerleyen yüksek salınımlı (frekans) bir dalga devinimi... "çünkü toplum olarak intikal kabiliyetimiz giderek geriliyor be moruklar!" (HBA, 140)

Yazarımızın son dönem romanları İstanbul'da geçer. Kentin eski bölgeleri ile yeni bölgeleri arasında uzamsal sıkışma yaşar insanları. Ülkenin genel toplumsal sarsıntısı (travma) büyük kentlere birebir yansımakta, ülke nasıl yoğun kentsel çekim odakları ve onların çevresinde hızla çözülen, yok olan alanlar (periferi) olarak bölünüyorsa kentler de özellikle zaman-tarih eksenli olarak ayrışmakta, tarihsel eski kent bölgeleri ve yerleşikleri kendilerini yurtlarından, mahallelerinden, evlerinden (habitus) atılmış, kovulmuş duyumsamaktadırlar. Kent tarihinin anlamlı bir parçası olan ve kentin imgeleriyleözdeşleşmiş kişiler, kendi ömürleri içinde, tarihsiz, imgesiz, yeni ve kişiliksizöteki kent parçalarıyla da yüzleşmekte, yeni kentin zorba dayatmalarına karşı çıkma güçleri olmadığından kişisel coğrafyalarını düşlemsel (fantastik) bir savunma alanına çekmekte, ikiye bölünen bilinçleri dışa dönük yıkım tasarı olarak değil içe dönük uyum-suzluk veölüm tasarı olarak biçimlenmektedir. "Kiracılar ne haltlar karıştırıyorlar bilmiyorum, ama benim fakirhane artık karanlık ve yükünü almış, daha doğrusu Bodrum sahillerinden Yunan adalarına seyreden Aylan Kurdi teknesi gibi..." (HBA, 158) Bu uzamını (mekân) ve zamanını (tarih) yitirmiş insan için ayak uyduramayacağı yeni dünya karşısında ölüm kaçınılmazdır, hatta kurtuluştur ama yeni kentin yeni dünyasının yararcı (pragmatik) usunun esnek, onursuz, kişiliksiz manevra yeteneğinden yoksun olduğundan ya da tersine onursuz bir dünyada savunulacak onuru tüm güçsüzlüğü içre simgelemek (temsil etmek) zorunda kaldığından, düşündüğü, söylediği, yaptığı her şey kentin uyumsuz delisinden gülünç direnişçisine değişik nitelikleri yüklenmesiyle sonuçlanır. "Çünkü o insanlar ekalliyet değildi:/ Hep birlikte mutsuz çoğunluktuk..." (DD, 109)

Dünya ve ülke tüm arsızlığıyla, iştahıyla sürekoyar. İbrahim Yıldırım, cılız, duyarlı (hassas), dışlanmış, yurtsuz direnişçimizin (Don Kişotumuz) 'kaydını yapmasa' adı bile anında, daha cesedi soğumadan unutulacaktır kovgunun.

ülke budur. Ortadoğulu, Afganlı göçmenleri, askeri darbeleri ve yarattıkları toplumsal-kişisel yıkımlar, gözaltılar, işkenceler, öldürümler, yitikler, anayasa oylamaları (1 Aralık 2013 referandumu), hatta oy oranları: Evet: % 51,41-Hayır: % 48,59, vb. ile bir 'deliler evi'... Bir kişinin istencine emanet, din ve polis devletine değin gelinmiştir adım adım. "Ne tuhaf: bunları yazarken sanki bir aydınlanma ânı yaşayıp güvenlik güçlerinin evlere yönelik baskın eylemlerinin neden bu sihirli vakitlerde yapıldığını anlar gibi oldum..." (DD, 15) ülke buysa ve kurtuluşunun tinini (ruh), öncüsünü, eylemini yaratamıyorsa en yitirmişimiz, yitirecek kendinden başka şeyi kalmamışımız direnecek ve kimse bu direnişi ne yazık ki ayrımsamayacak, anlamayacaktır. Ya bunun buruk, içimizi parçalayan anlatısına ne demeli? Anlamanın bir yolu da bu değil mi? Aşir Emin Başören, Refik çelebizade, Don Quijote bizi ne denli istemesek de görmek zorunda bırakarak yaratıcılarına yardım etmiyorlar mı?


Kent


Yukarıda belirtmiştim. Kent İstanbul'dur. İçerdiği uzam ve zaman katmanları; tarihsel olumsallığı; çelişkileri içselleştirme-bastırma ve açığa çıkarma fırsat ve olanağı; uymazlıkları bir arada tutma gücü; onuru, onursuzluğu ve geriye kalan tüm duyguları, yaşama-yaşatma ve deölme-öldürme, yapmayı da yıkmayı da, tüm insan ve nesne öykülerini içinde tutma, barındırma gizilgücü ile sanatçılar, yazarlar için eşsiz bir ortam, iklimdir İstanbul. Aynı zamanda bir ülke, bir dünyadır. Yapmanın ve yıkmanın ilk ve son uğrağı, dönemecidir. Derinliği içinde saflık, duruluk barınır ama dünyanın tartışmasız Sodom ve Gomorra'sıdır da. Yenilginin sonsuz yıkımıyla yenginin en deli ateşleri, bedenle tin orada her gün, her saniye buluşur ayrışır. İbrahim Yıldırım'ın çok iyi ayrımsadığı gibi tümöykülerin, şiirlerin evrensel yatağı, akağıdır (vadi). Dünyanın özü, özeti, düzü ve tersidir. Bu kentte her şey kendisi olduğunca başka bir şeydir. Hiçbir şey salt kendi olarak kalamaz içinde.ölüm bin bir anlamını birden üstlenir (ki başka yazarlarımız da bunu az çok yakalamıştır), yaşamak da bin bir yüzünü sergiler incelikler ve olanca hoyratlıklarıyla. Acının dibine başka hiçbir kentte İstanbul'da olduğunca inilmez, sevinç ise keder katmanlarının aralıklarından sızarak gizli kapaklı aydınlatır en çok. Kopmaz ikilinin, tanrının ve şeytanın ortak ülkesi, başkenti dense yeridir. Yeraltı ülkesidir. Nice yitmiş bakışın, duyuşun, sesin,öykünün kuburu, fokurtulu lağımı. (Bkz. Bilge Karasu.) Ve nice yapmacık, züppe gösterilerin de sahnesi. Ve sokaklarında saf suçsuzlukların (masumiyet), çocuksu ipiltilerin ipekli, rengarenk dokumalarıyla... kent kendini her günle doğrular, yadsır. Tüm ekinleri (kültür) içinden geçirir, tüm insanlar sokaklarından, caddelerinden geçer (geçmeyeni bile), tüm doğal ve yapay araç gereç yığını yükselir üzerinde, olmadığı yerlerin düşünü gördürür, olduğu yeri unutturur yaşar yaşamaz'ına. İstanbul'u neliğiyle yaşayan, bir yerinden kente bulaşmış insan hem onunla hem onsuz kalmış biridir. Aziz Nesin'in dediği gibi bir kazandır, aşure kazanı. İçine almadığı, alamayacağı şey yoktur. Fazla kaçırdığında kusar.

İbrahim Yıldırım, kentin tarihsel bölgelerinde (örneğin, Laleli) geçen romanı Hüznengiz Bir Arabesk: İki Uzunöfke'de (HBA, 2017) romanın geçtiği dönemde (bavul turizmi, Araplar, Ukraynalılar, Ruslar, vb.) Aksaray için 'Babil sendromu' deyişini kullanır. Bunu tüm kent ve belki zamanları için genelleştirebiliriz.

Kent kavramının Yıldırım için,özellikle İstanbul özelinde önemli bir yeri var. Onun yapıtı içerik, anlam üreten kaynaklarını yitiren bir toplumun romanı olduğundan bu içerik yitimlerinin en yoğun yaşandığı kente, İstanbul'a odaklanması doğaldır. Birçok nedenle (tarihsel, toplumsal, sınıfsal, ulusal, siyasal, küresel, vb.) İstanbul uzun tarihsel dönemlerde oluşturduğu ve yakın zamanlara değin taşıdığı içerikleri hızla yitirmekte, kent kimliksiz, içeriksiz, yansız (nötr) bir uzam-sızlık, zaman-sızlıkla yeniden biçimlenmektedir. Bir insan ömrünün içine sığan tanıklık, insanı kent içinde devindiren tüm imlerin, simgelerin, birikimlerin, yönelimlerin, adların, işlevsel yapıların yerle bir edildiğini gördü, görebildi. Kurumlar, duran-devinen yapılar, renkler, uzlaşım düğümleri (node) ve bağlantılar (segment, link), ortak paylaşım kümeleri, geleneksel ve yerleşikleşmiş oydaşım atamaları, tüm kentsel araç gereç yığınağı anlaşılabilir nedenlerle, zamana yayılarak da değil bir çırpıda, gözümüzü sabah güne açtığımızda yok olabildiler. İETT'nin yasayla genel müdürlük olarak kurulduğu 1939 tarihi İstanbul'da yaşayanların gözleri önünde kurumun simgesinde (logo) 1871'e dönüştürüldü 94'ten sonraki yıllarda. Ve düzeltmek kimsenin usuna gel(e)medi. Cumhuriyet aradan sinsice çekiliverdi. Eğlenmenin, dinlenmenin, öğrenmenin, etkileşmenin yaratılmış tüm alanları, biçimleri yok edildi. Ağır Babil kuleleri yükseldi kentin tarihsel omuzları üzerinden. Gürültü, kirlilik, yapı ve trafik karmaşası sokağı insanlar için yaşanılmaz, çekilmez kıldı. Kurban insanların oylarıyla aynı insanların doğal ortamları içinde varoluşlarının hemen tüm kipleri; kulakları, gözleri, duyguları yağmalandı, kirletildi. Alan razı veren razı gibi göründü gün içinde ama orada yine de birinin belleği ne yapılsa silinemedi. O biri (İbrahim Yıldırım'ın roman kişisi ya da kendisi) kentin bir başka yaşamı, anlatısı, düşü olduğunu ne yapılsa unutmadı, ısrarla anımsadı. Vazgeçmek istemedi, yeni kente uymaya, uydurulmaya karşı çıktı. Adını koymak gerekirse bu direniş biçimi, yalnızca yazmanın, sanat yapmanın değil siyaset yapmanın en onurlu güncel biçimlerinden biriydi. Siyaset böyle de (özellikle) yapılmalıydı. Sanat siyaset için kusursuz bir aygıt işlevi de görebilirdi. Daha dün kendi kenti, yaşama alanı olarak gördüğü ve gerçekten yaşamcıl anlatısının acımasızca elinden (ç)alınması, üstüne üstlük itilip kakılması, henüz kendi küçük öyküsüyle baş edememişken yeni kentin arsızca (edep) üstüne üstüne gelmesinin yarattığı bozgunun altında kalması, onu artık istenmediği yerin, gözlerinin önünde dönüştürülmüş kentin küçük yeraltı insanına dönüştürecekti, öyle de oldu. Ve yazar işte bunu gördü. Dahaönce de kent ve İstanbul'u anlatma sevdasıyla tutuşan, kendini İstanbul'un yazarı olarak tanıtan, bunda başarılı (Hangi anlamda?) olanlar çok oldu elbette. Ama onların bazılarında İstanbul, okur için çekici bir gereç yığını olarak, okuru büyüleme, uyutma (hipnoz) aracı olarak kullanılmanın ötesine geçemedi. Selim İleri, Orhan Pamuk, vb.'de büyük ölçüde böyledir. Ama bu arada Hüseyin Rahmi'yi, Sait Faik'i, Orhan Kemal'i, Aziz Nesin'i ve onların insanbilimci (antropolojik) yazınsal (poetik) İstanbul kazılarını, anlatılarını unutmuyor, tersine üstleniyoruz. O geleneği İstanbul'un tüm köşelerine uzatan İbrahim Yıldırım bana göre en başarılı kent (İstanbul) ve insanbilimci yazarımız sayılsa yeridir. Kalıtı üstlenmiş,ötelemektedir.

Belki tam yeri gelmişken insanbilimci (antropolojik) roman üzerine birkaç şey söylemek uygun olacaktır. Toplumu oluşturan bireyi, tepke (refleks) ve tepkilerini (reaksiyon) ıskalamadan, hatta abartık (grotesk) biçimde toplumsal olanla karşı karşıya getiren, ikileme sokan insanbilimci roman biçeminde uyumlanma yeti ve gücünü yitirmiş birey; içinde yaşadığı kentle gel gitli ve hiç örtüşmeyen (Sıfır, 0 küme), sınırlı örtüşen (kesişim kümesi) ve örtüşmelerinde, kesişimlerinde de genellikle ya kendini ya da kendi gözüyle dışındaki toplumu (dünyayı) çelişkili, yanlış bulan, 'kaçık' konumundan (statü) tanımlanmaya yatkın, bu türden aşağılama erekli tanımlamalara karşı çıkmak yerine tanımlamaların tüm biçimlerini uydumculuk karşıtı (antikonformist) bir öfke, sertlik, yansılama, yergi, yadsıma, tersine çevirme, toplumsalın dayattığı düşüngüsel (ideolojik), yapay arık (temiz) imgeye inat, bayağıyı-kötüyü bile isteye seçme, kendisi için verilmiş yargıyı yiğitçe göğüsleyip 'mademöyle, tam da dediğiniz gibi... olsun' diyerek dibine değin üstlenen, gülünçlük, bozgunculuk, sıradışılık, aykırılık, dışarıdalık, vb.'yiömürsüz, ölümcül bir yaşam-direniş biçimine dönüştürebilen bir sapkın (!) olarak, içinde yaşadığı toplumun güncel dayatmaları ve şiddetiyle canı yanma pahasına bir dizi arakesitte başka ve deli kent görüntüleri çizme, resimleme eğilimi içindedir. Bu algıyı ve kaydı insanbilimci (antropolojik) kılan, arakesitlerde kırılarak söz konusu bireyde yansıyan kentsel dökümdür (envanter). Tüm döküm(leme) çabası şizofreni ile nevroz arasında salınır ama toplumun ortalaması kayıp halka olarak hep atlanır (sapkının sıradışı anlağı üzerinden). Aynı kent uzam-zamanları, nesneleri, ilişkileri ve algıya giren hemen tüm somut-soyut varlıklar (ses, renk, koku,ölçek, geometri, doku, derinlik, devini, ilişkilenme biçimleri, vb.); toplumsal öncelemeler, gerekler, zorunluluklar usunun (mantık, usavurum olarak düşünelim) dışında, özgür ve esnek biçimde bir araya getirilir ya da tersi. Uzlaşımlı usun (Lacancı büyük öteki-A ya da İdeal-benlik) onamayacağı biçimde uzam-zaman dizileri (ülke, kent dizileri) belirir yiter önümüzde. Bir ucundan yakalayıp anlamlandırma girişimimiz az sonra eriyip yok olur, boşlukta kalırız bu anlığın tutarsız tutarlılığı karşısında. Tüm varlıklar yerinden oynamış, kendileri dışından içerikler, nedenler, başlangıçlar üstlenmiş, toplumun ortalama ve yetkin sindirim (hazım) gücünün eriminin dışına çıkılmıştır. Kent aynı kent midir? İnsan aynı insan mı? Sanki her şey tanıma yakalanır gibidir ama daha tanımlamaya başlanır başlanmaz tüm içerikler, anlamlar, birikimler, kentin geçmişe ve geleceğe ilişkin imgesi (idea) uçup gider. Uyumsuz kişinin algısından bakmaya zorlanan yerleşik algı yapılarımız bu yeni kent dökümüne boyun eğmez, kolay açıklamalardan medet (yardım) umar. Bu döküm çabasının amacı son zamanlarda sıkça olageldiği üzere bir ardçağcı şaşırtma, anlamsızlaştırma, ilkesizleme, vb. girişimi olmalı... Deyip geçmek isteriz. Oyun bu. Kente, kentin içinde insana bağlamsız neden bakılamasın? Sonuçta nedenlerden, zorunluluklardan yürütülen açıklamanın tarihleme uğraşına ve sıkıntısına değer mi? Her şeyöyle olduğu için, yaniöyleyseöyledir. Ve Don Quijote ve benzeri öyküler, sayısal (dijital) oyun tadında, hoşluğunda bizi boş kümelerimizde yitip gitmekten, gözümüzü, ellerimizi, anlığımızı gediksiz doldurmanın, bugünü de böyle kurtarmanın, eğleşmenin ötesinde kaygılandırmamalı, değil mi? Günü, kenti itim çekim sonsuz dizileri içinde eksi sonsuzdan artı sonsuza yeniden tanımlamanın kurmaca nedenini ve amacını yitirmiş döngüsüne, bu şiştikçe şişen boşluğa birinin (deli, bozguncu, uyumsuz, vb.) iğnesi ya da mızrağıyla dalması ve sonsuz hiçliği patlatması türünden girişimlerdir ki insandan anlayabileceğimiz şeyin özüdür ve insanbilimci kurgu olarak adlandırılabilir. İnsan odaklı değil (antropomorfik), insanbilimci (antropolojik)... Bu bakış, yaratış açısında elinde mıh, deli; balonun üzerine yürüyen ve geçtiği yerde algısına çarpan yeterince çarpık evrenin tüm görünümlerini yeniden ayakları üzerine dikmenin cesareti ve onurunu tek başına kalma pahasına taşıyan bir çarpıklıklar ustasıdır. Çarpık olanı çarpık anlığıyla kayda alır, anlatmaya çabalar, yetersiz kaldığını bilir, ayak uyduramayacağını da... Sonuna dek gider. Bize de sormak kalır geriye. Çarpıtmanın çarpıtmasının çarpıtmasından ne çıkar?

İbrahim Yıldırım'ın ele aldığım son iki romanında içinden geçtiğimiz dünya (kent) neleri içermez ki? Gözümüzü nönünden akan görüntüler Rap'ten Van Gogh yorumuna, Dağlarca'dan Aksaray destancısına, kedilere, Şişli'nin 'Rodoşose dairelerine, İETT'ye, Özbek Cinayetine, Feryat Hunisine (megafon), Vatan Caddesi meyhanelerine, oradan Orhan Veli'ye, eski adı İnciburnu olan Barış Manço şehir hatları gemisine, bakkallarda kanserojen kara plastik torbalara konan içkilere, 'köküne kibrit suyu' deyiminin kökenine, İpana Bilgi Yarışması'nı bir zamanlar radyolarda sunan Orhan Boran'a, gazino sahnelerinin ünlü ikilisi Balarılarına, pop şarkıcı Erol Büyükburç'a, Laleli'de Türk Hava Kurumu Apartmanlarına, apartmanların yönetici-işbirlikçi kapıcılarına, cinayete kurban giden Arap,özbek, Kenyalı kadınlara, ballıbabagillerden naneye, 130 desibel ezanlara...sayısız yön ve dizilerde sonsuzca uzanırlar. İbrahim Yıldırım için bu inanılmaz gönderimler onun insanbilimci yazarlığının enönemli göstergesidir kuşkusuz.


Yazar


İbrahim Yıldırım yazınında, Türk yazını içinde eşi az bulunur en üst (meta) anlatıcı=yazar konumu üzerinde durmakönemlidir. Yapıtlarının ipucu buradadır. Daha doğrusu Yıldırım okuru okurluğunu, konumunu yazarın konumlanışından kurmak zorundadır. Yazar konumu, metinden ve anlatıcıdan olabildiğince uzaklaştırılmış, araya fiziksel aralıklar konulmuş, yazar sorumluluğu en aza indirgenerek (dikkat isterim) en çoklandırılmış konumdur. Çünkü yazınımızda karayergiye (ironi), kendi duygulanımını en uçlarda terslemeye, yaniöz sözünü tersinlemeye ya da demediğini, demek istemediğini imlemeye (işaretleme) günümüzde onun kadar yakını yok kanımca (160.Kmyayınevinin şair ve şiir kümesi bir yana). Geçmişin bu yöndeki atılımlarının da en yetkin bireşimleyenidir (sentezleyicisi), belirteyim. Oğuz Atay'da az çok billurlaşıp yüze vuran, örneğin Necati Tosuner'de metnin derinliklerinde birikerek ilerlemiş görünür görünmez karayergi; anlatımından, dışavurumundan kopmuş, hatta çelişik biçimlere bürünmüş ama içeride yıkıcı sertlikte yaşanmış duygu çıkışsızlığı, Yıldırım uygulamasında yazarını metniyle yan yana değil karşı karşıya getiriyor gibi görünmektedir. Gerçekte getirmiyor, az yukarıda belirttiğim gibi eytişme incelikli ve anlakçıl (zekice) bir süreç olarak işliyor. Yazar kendisinden kopabileceği kadar kopup kendine döndüğü gibi anlatıcı(lar) da kendilerinden kopabildiğince kopuyorlar. Buncasıyla kalsa iyi, yine de bildik bir yazınsal dizgelemeden söz edebilirdik. Hayır, metin de kendinden kopabildiğince koparak kendine geliyor (dönüyor). Üçlü dolayımlanmanın anlamı şu: Yazar yazarı, anlatıcı anlatıcı, metin metni, yani kendi metinlenişini sorguluyor. Ve araya fiziksel araçlar, varlıklar yerleştirerek süreci abartık, grotesk bir biçimlenmeye bağlıyor. Yazarımızın yaptığı şeyin ayrımsanmasını, açığa çıkarılmasını bu nedenle çok istiyorum. Yaptığı anladığımızın ötesinde olan birkaç yazarımızdan biridir İbrahim Yıldırım. Biz de anladığımız üzerine bir özeleştiri yapsak tam da yeri ve zamanıdır. Özellikle İngilizce yazını (17-20.yüzyıl İngiliz yazın geleneğinde eşsizörnekleriyle karşılaştığımızı belirtmeden geçmeyelim. Yazarımız, o geleneğe, Swift'e, Sterne'e, Carroll'a, Woolf'a, Joyce'aöyle çok şey borçlu ki...) yazıcıyı-anlatıcıyı-yazıyı öyle yeniden ilişkilendirmiş, biniştirip ayrıştırmıştır ki okurluk bundan yabancılaşma deneyimiyle değil, özcül kavrayış, bağdaşım, aşkınlık deneyimiyle çıkmaktadır. Elbette bu kavramlar birer önerme olup tartışmaya açıktır ve burada sınırlı, geçici anlamlarıyla kullanılmıştır.

Genellikle yaygın uygulama, dünyada ve bizde anlatıcının az ya da çok masaya sürülmesidir. Yazarın 'joker' anlatıcısının yazarı olumlu (pozitif) ya da olumsuz (negatif) temsil yeteneği değişik düzeylerde aracılık yapar ama her koşulda işlevseldir. Yaygın uygulama açısındanönemli olan ise şudur. Yazar ve anlatıcıları ilişkilenir, olayı (yani gerekçeyi) açığa çıkarırken gerçekte parçalı olsa bile metni bütünlemeye, tek bir metin bütünü olarak sunmaya çabalarlar ve bunun için de yazar hem kendini hem anlatıcısını metin topografisi üzerinde haritalar (yerlemlerin, koordinatlarınbelirlenmesi anlamında). Yoksa kurgusal olarak her birinin metinlerinin (anlatımlarının, dışavurumlarının) ayrı olması beklenir. Ama yazar kendi çevreni (ufuk) içinde çattığı ve tepedeki, gerçek (reel) belirleyici varlık olduğu için anlatıcısının üzerine kendi gölgesini şöyle ya da böyle düşürür, onu açık, gizli yönetir. Buyruğunun dışına çıkmasına izin vermez. En uç, aşırı örnekte, metin anlatıcısı üzerinden yazarını yadsıyor olsa bile, yine yazar anlatının olumsuz (negatif) egemenidir, çünkü yazarına karşı çıkan anlatıcı, yazarına ve anlatıcısına karşı çıkan metin de son çözümde yazarın katbekat dolayımlanmış anlıksal kurgusuna içrektir. Çünkü usavurumu sonuna taşıdığımızda yazarını sıfırlayan anlatıcı ya da metin, tüm ilineksel bağlantının kopması ve nedenin sonuçlarıyla birlikte kendini ortadan kaldırması demek olurdu. Yazmanın gerekçesi kalmazdı. Olumlu ya da olumsuz, üçlü bağımlı, bağıl bir üçlü, üçlemedir. Yoksa iki ayak üzerinde sacayağı durmaz. Ama unutmayalım, bunlar değişik görünmezlik düzeyleriyle, hatta hiç yokmuş (hiçlik) gibi konumlanabilirler yazın yapıtlarında. Üstelik bu yazınsal oyuncuların görünürlük düzeyleri veölçek, yapıtın değerleme sürecine çok uzaktan ve dolayımlanarak döner. Bir değerleme sağlaması için yazarın yapıtının karşısında kendi yerine ilişkin genel gönderimleri dikkate alınmalıdır hem metin içinden hem de dışından...

Tabii Yıldırım'da, yazarı da anlatıcının üstünde kurgunun parçası olarak sunan bir dolayım söz konusu. O romanıyla roman içi evrenini ve onun toplumsal karşılıklarını tartışmaya açarken bir yandan da yazarı romanın parçasına, kişisine dönüştürerek yaşadığımız dünya içinde yazar düzleminden yaşanan sorunsalı da bir katman olarak ayrıştırmış oluyor. Anlatıcımız kendi deneyimini yazma gereksinimi duyar. Ama girişimleri sonuç vermemiş, yazın dünyası onu onaylamamış, hatta dışlamış, üstelik aşağılamıştır. Bu durumda Olay'ın onu zorladığı yazma eylemini bildiğince kafa göz yarma pahasına yazacak ama düzeltsin, çeki düzen versin diye anlatının içindeki yazara (ki genellikle Yıldırım romanlarının girişinde sunuş, takdim yapan, metnin eline nasıl geçtiğini ve üzerinde nasıl bir işlem yaptığını anlatan, en üstteki gerçek yazarın, yani İbrahim Yıldırım konumuna oldukça yakın, hatta Dünbatımı Defterleri'nde doğrudan kendi adını veren, sahici bir yerden araya sokulan kişidir.) Verecek, yollayacaktır. Ama aracılık yapan yazar da yazılmış bir metne en üstteki yazar denli karışma yetkisini kendinde görmez. O görevlendirilmiş bir uzman (profesyonel) davranışı sergiler ve kitap genelinde bu yaklaşımı olabildiğince yansızlık olarak yansıtılır. Oysa tüm bunlar daha yukarıdaki İbrahim Yıldırım'ın anlıksal yaratıcı biçimleme girişiminin öngörüsüyle gerçekleşmektedir. Alt metinlerin özellikleri anlatıcılarının sorumluluğundadır. Bu yaklaşım yazarımıza, çarpık dünyayı; anlatımı çarpıtan, baştan çıkaran, güzelduyusal (estetik) uzlaşımları devre dışı bırakan saçma (absurd) bir dünyayı betimleme, dökümleme olanağı sağlıyor ve işini zorlaştırsa da elini en geniş anlamında özgürleştiriyor. Sağduyu ve ussallaştırılmış kurgunun tümcül yapı çözümleri, zıvanasından çıkmış, insanlarını 'ecinni'leştirmiş dünyayı akışkan, tutarlı, kurallı bir dille anlatmaya yetmiyor. Aslında hangi yazar anlatıcısına ve anlatısına olan egemenliğini sonuna dek koruyabilir. Hangi anlatıcı tutarlı bir görünge (perspektif) sunabilir. Hangi metin dilsel, dilbilgisel (grammatik) kusursuz (organik) bir tümlüğü koruyabilir. Üç köşeden bozguna uğrayan yazın deneyimi, okurun dördüncü köşeden yine bozguna uğramış, darmaduman katılımıyla bir çözülme süreci deneyimine dönüşüyor ve 20. yüzyıldan günümüze yazınsal uğraş bu sorun dolayında dönüp durmaktadır. Eğer üçlü, dörtlü ayakların birbirleriyle ilişkisi salt eşdeğerlilik ve öncesizlik, dizisizlik ilişkisi olsaydı bu türden arayışları ardçağcı (postmodern) yorumlara bağlayabilirdik. Yıldırım gibi yazarlarımızı görünüşün tersine karayergiye, çıkmaza taşıyan, bağlayan şey ardçağcı bir tutum olamaz (bana göre).

Sonuçta aktarılmış, emanet edilmiş metinleri bir ucundan tutan insanlar söz konusu. İbrahim Yıldırım tüm yapıyı en sıkı tutan ve metin içerisinde kendi yanılsamalı imgelerini bırakan, yazarlığını birden çok imgeyle paylaşan alçakgönüllü ve gerçek bir yazar. Alçakgönüllü, çünkü okurda, yazınsal uğraşının başından ya da sonundan, saltık egemen izlenimi vermek bir yana, bunu parçalama, kırma yönünde eşitlikçi birönermesi var. Gerçek, çünkü anlatının içinde gezinen onca kalemin, yazarın arkasındaki tek somut kişi. Bu metinleri derleyen kitabın içeriği de derlemenin, yazmanın ta kendisi. Yazma yazmayı anlatmakta, aslında yazarımızın üst bakışında insan kendini anlatamadığı dünyanın içerisinde yazıyı bir silaha dönüştürmekte, başkaldırının (isyan) kuralsızlaşmış dili böylece göstergeleşmiş olmaktadır. Yaşam da yaşadığımız da hakkında düşündüğümüz, eylediğimiz de uzlaşımlı içeriklerini yitiriyor, yitirdi. O zaman yazarın amacı tutmazlığı tutmazlık olarak göstermek, aykırılığı, deliliği yekten açığa çıkarmaktır.

Yazar sorumluluktan kaçmamış, sorumluluğu aracılara (taşeron) aktarmamış, bir bakıma İbrahim Yıldırım olarak deliliğini yapıtıyla duyurmuştur (ilân). Eğer bu çıkmazdaki insan deliyse ben de deliyim ve deliliğime katılmaya çağırıyorum okurumu, der gibidir. Belki de dünyamızda, yapıp etmelerimizde eksik olan deli cesaretidir. Uydumcu, uzlaşmacı usumuz bizi tutsak, köle kılıyor olmasın? Usu, çılgınlık kurtarabilir mi? Son seçenek olarak bu mu kaldı elimizde?

Yazarımıza bir kulak verelim: "Dünbatımı Defterleri'neöncü denmesinden tabii ki memnun olurum. Ancak ben yine de bu denli uç noktadan yorumlanmamayı yeğlerim. Belki benim en başından itibaren yeni bir şeyler yapmak üzere yola çıktığımı, sınırlarımı genişleterek ilerlediğimi söylemek daha doğru olacaktır."1

Yazarımızın yazara ilişkin son imgesi hançerini ya da kılıcını göğsüne saplayan Romalı yazar imgesidir. Umutsuzluk ona şunları söyletmiştir: "Dolayısıyla roman artık nitelikli okur memnuniyetinden çok müşteri memnuniyetini önemseyen yazarların kalemleri sayesinde televizyon dizileriyle yarışır, hatta onlara dönüşmek üzere yazılır olmuştur."2

Yazarı ve yazarlığı böylesine sarakaya almasından yine de sağ esen çıkacak yazara ne mutlu! (Ki İbrahim Yıldırım'ın ta kendisidir.)

Yeri gelmişken yazar, yazarlık, yayın dünyamıza ilişkin dokundurmalarını kurgunun parçasına dönüştürülmüş bir dizi alıntıyla verelim. Bunlar şakayla karışık oldukça ciddi eleştirilerdir bize göre de (Alıntılar son iki romandan):


"Çakızladınız değil mi (...) Göbeği sokakta kesilmiş, toy yazardan bestseller'ci yeteneği beklenemez değil mi be moruklar!" (HBA, 139)


"Umut dünyası işte: Belki de aranızdan bazı haso kardeşlerim yayımlamayı düşündüğüm bu dökülüp saçılmalar kitap olduğunda birilerineönerir, harbiden paylaşıp yaygınlaştırır... Keşke hepiniz böyle yapsanız." (HBA, 142)


"Romanımın adı ise, Refik Abi'nin bana pek yakıştırdığı olur olmaz Hüseyin lafına atfen -bazı kendini bilmezler tarafından Böyle Türkçe mi olur ulan dangıl diye bir güzel giydirilecek olsam da- OLUR OLMAZ BİRİNİN HAYALLERİ VE HAYATLARI olabilir. Bir düşünsenize, el arabasına kitaplarımı yüklemişim, milyon liralık parfüm kokularını içime çeke çeke Nişantaşı sokaklarına dalmışım ve bağırıyorum: Gel vatandaş, gel... Olur Olmaz Birinin Hayalleri ve Hayatları'na gel... Gerçek Türk Romanı'na gel diye bağırıyorum..." (HBA, 146)


"Şimdi düşünüyorum da yazdıklarımı lütfedip okuyacak olan kimi AVM'liler mutlaka Yanlış yerde miyiz acaba diye kıllanacak, kimileri ise Böyle roman, böyleöykü mü olur; Hüseyin Baradan, çekil -de- aradan bir anönce maceraya dalalım türünden nağmelenecekler..." (HBA, 167)


"Bakın sayın yolcular, lisanımdan, üslubumdan rahatsız olmuş, bunu kafaya takıp yolculuktan vazgeçmeyi düşünmeye başlamış olabilirsiniz." (HBA,191)


"Öte yandan anlayışlı ve sabırlı olmanız, Böyle roman mı olur diye heyheylenmemeniz deönemli bir husustur. Rahmetli anneannemin söylediği gibi, Sabır acıdır ama meyvesi tatlıdır." (HBA,192)


"Peki, yazıyorum da ne oluyor Allah aşkına?

Hiç oğlu hiç!" (HBA, 211)


"Ancak işlediğim suç yüzünden yazının istediği kurumsal düzenden zaman zaman koptuğumun farkındayım. Ancak henüz müesses edebi nizamı kızdıracak şeyler yapmış değilim." (DD, 129)


"Cinayet nasıl işlenir, polisiye roman nasıl kotarılır kimselere gösteremedim. Çünkü müesses edebî nizam beni hiç sevmedi; müesses cinaî nizama müdahale etmeme, derlenip toparlanmama, eskileri yenileriyle değiştirmeme izin vermedi:" (DD, 169)


Toplumdışı


Metne geçmeden yazarımız ve yapıtı bağlamında 'toplumdışılık', 'kıyıdanlık' (marjinalizm) kavramları üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Olağan koşullarda bireyinöznel seçimi olduğunu düşünmemiz için bir neden yok toplum dışılaşmanın. Süreç toplumdan şu ya da bu nedenle kaçıştan çok toplumca kusulmak, atılmak, dışlanmak biçiminde çalışır. Bunu birbirine bağlı iki nedene bağlayabiliriz. Toplumun toplumsal güvenlik bilinci ve savunması her türden dışarlıklı ya daöyle sandığı girişimi yok sayma, eritip yok etme, olmadı surların, kale duvarlarının dışına sepetleme eğilimindedir. Yalnız bunun koşulu da toplumu oluşturan bireylerin uzlaşımlı bir toplumsallık bilinci taşımaları, her durumda savunmanın en az koşulunu toplumsal içgüdüye (neredeyse) dönüştürmüş, düzgülemiş (kod) olmaları. Hele birey bireyliğinin saltık koşulu olarak toplumu görüyor, bireyliğini yer yer değişik düzeylerde toplumuna karşı(n) ayrıca kurgula(ya)mıyor, oluşturamıyor ve toplumsal uzlaşım bireye bu olanağı vermiyor, hatta bu türden girişimleri bir yıldırı, yıkıcılık olarak algılıyorsa toplum ve birey arasındaki ilişkiözdeşim ilişkisi demektir.özdeşim ilişkisi iki 'aynı ve ayrı' varlığın (toplum ve birey)örtüşmesi değil, bireyinözneliğinden, bireyliğinden vazgeçmesi olarak yorumlanmalı. Her nasılsa bir yerde ve zamanda kurulmuş ve geçici, tarihsel yasaya bağlanmış toplum, sonraki yer ve zamanlarında soyut saltık egemen olarak tanrılaş(tırıl)ır. Aslında sürecin arkasındaki toplumu faşizm gibi tekçi cenderelere sokan çelişkili tarihsel, ekonomik, siyasal ilişkileri soyutlayarak konuşuyoruz. Yani süreci yöneten şey sınıflı, çelişik toplumun tekçil egemen (sınıf) dayatması, yani tarihsel-toplumsal-siyasal düşüngülerdir (ideoloji). Toplumsal yapıyı, olduğu biçimi ve çelişkisiyle sonsuz kılma derdi...öteki neden ise toplumun kendini toplum olarak kavrama bilincinin kevgire dönüşmüş olması. Toplumun iki yakasının toplum-birimler olarak bir araya gelememesi. Bu durumda tarihselöncenin yapı ve alışkanlıkları değişik biçimleriyle sürse de toplumu oluşturan bireyler birözne dağılması,özdeşleşim ve ayrıştırım deneyimi için gereken başvuru (referans) noktalarını yitirme bozgunu (paralaks, sapma, ikile(n)me) yaşarlar. Hiç istemediği halde ya da bile isteye başka yer ve zaman arayışı içine girer ya daözneliğini, kimliğini tanımlamaktan vazgeçer. Toplumsallıktan çıkmadır bu. Birey kümesinin hiçbir bileşeni,öğesi, içinde yer aldığı kapsar küme olan toplum kümesinin bileşenleriyle eşleşemez olur. Aslında kendiöz kümesinin tümcül (total) bileşeni (kendi kendinin biriciköğesi olan küme), kapsar kümenin doğalöğesi, bileşeni olacakken artık gönderimsiz kalmıştır. Kapsar küme onu bileşeni olarak onaylamaz, yok sayar, yadsır. Elbette sonuç, kendinden ve kendini kurduğu çevrel ortamdan kopuş sarsıntısı (travma), sapmasıdır (patoloji).

Peki kapsar kümesinden kovulan birey (Artık birey midir?) ne yapar? Kendiöz kümesini tanıma alamaz olur. Kendini zamanda uzamda bir yerleme (koordinat) göre tanımlayamaz. İki seçeneği vardır: Durumu yadsıyacak, toplumu ya da toplumdan kalan ve kendini hâlâ toplum sayan dayatmayı yadsıyacak, ona başkaldıracaktır.öte yandan yazgısına boyun eğecek, en ağırıözkıyım olmak üzere seçeneksizliğini tartışmasız üstlenecektir. Ama sorun biter mi?

Bakan üçüncü göz (tanık, okur,öteki) ise bir ayağı yabancılaşmış, sahte, kuşkulu, aslında çelişik toplumdaöteki ayağı toplum dışına itilmişin yurt(suz)luğunda, git git büyüyen uçurum üzerinde şaşkın okur-tanıklığını ya yükseltecek ya da körlüğü, görmemeyi seçecektir. (Bkz. Saramago.) Yurtsuzluk deneyimi son çözümde zaman ve uzamdan yurtsuzluk olaraközetlenebilir. Umutsuzluk bunun tarih görüngesinden yoksun algılanılması, algılatılmasından kaynaklanır. Direniş, anımsamayla, ama geçmişin ve geleceğin yurdunu, zamanı ve uzamını anımsamayla olası... Demek ki gerçekte yurtluk ya da yurtlanma nesnel, fiziksel şimdi buradalıkla sınırlı değil ve hiçbir küme, sonsuz kümeler de içinde olmak üzere durağan, değişmez değildir. Küme geçici tanımlama girişimi olarak devingen, sürekli, dönüşkendir. Yani küme kavramını bir biçimde tarihlemek zorundayız.

Tüm bu açıklama, anlama girişimi ise aslında İbrahim Yıldırım'ın toplum-dışı, kimliği çalınan kişisinin (karşı-kişi, anti-kahraman ya da karakter) geometrik yerini üç boyutlu uzay-zamanda belirlemek içindir. Az çok Yıldırım roman kişilerinin konumu belli olmuştur. Toplum(un egemenlik, erk yapılaşması) zor kullanarak onu kendinin saydığı, kendini içinde varsaydığı zamandan ve uzamdan arsızca, haksızlık yaparak kovmakta, üstelik her türden insan(ca) geleneği yok sayabilecek denli şiddet kullanmaktadır. "Dört yılönce -2013'te- en iyi, daha doğrusu tek arkadaşım Muvaffak ansızınölüverdiğinde, vasiyetnamesindeki bana yönelik koşulu bir yıl sonra yerine getirip 2014'te taşınmıştım bu zemin kata... Doğup yaşlandığım, daha doğrusu mutsuzluk biriktirdiğim Zeyrek'teki izbeden buraya gelmekteki amacım daha az mutsuz olmaktan başka bir şey değildi./ Ama yanılmışım." (DD, 15) O mahallesini, kentini, ülkesini, hatta dolaylı olarak dünyayı yitirmeye yargılanmıştır ve Bay K.'yı yargılayan yargı düzeneği gibi görünmez, soyut, genel bir yargılamadır söz konusu olan. Dünbatımı Defterleri'nin Aşir Emin Başören'i; çocukken trafik kazasında ailesinin tüm kişilerini yitiren, geriye 'müsrif velet, nankör çocuk olarak' kalan, altmış bir yaşında onu tanıdığımızda arkada bir cinayeti (banyoda apartman yöneticisininölüsü), 4 defter, Artemiş Karanikola'nın sorunlu cenaze töreni,önünde iseözkıyımı duran bir toplumdışıdır. Ama Mancha'lı Don Quijote soyundan gelmektedir ve zorbalığa pabuç bırakmayacak, tüm dünyayı, ülkeyi, kenti, kendini kurtarmak için son bir atılım yapacaktır. Dahası en son kendinden anladığı şeye kalanözsaygısı ve sakınımsız cesaretini uyumsuz, gülünç,ölçüsüz tepki biçimlerine taşıyacaktır. Aslında donanımı her zaman ortalamanın çok üzerinde olan, duyarlılığı engin bir dünyalı birikime dayanan İbrahim Yıldırım kişisi, canını fiziksel olarak yakan yakın olay, durum, kişi, sözler karşısında zıvanadan çıkarak tüm birikimini yok sayacak türden, tam da savaştığı dünyanın (şiddet) dilini yansılayarak, o dili ta içlerinde taşıdığını kanıtlarcasına tutarsız davranışlar da sergileyecektir. Ama 'tutarsızlık' yargımız, bizim bir ayağımızı (ben, sağ ayağımız deme yanlısıyım) hâlâ toplum sanrımıza basmamızla ilgili. Çünkü çığırından çıkmış dünyaya verilebilecek tepkinin olası, uygun, doğru biçimi üzerine henüz yeniden tartışmış değiliz ve yazarımız işte Cervantes'in yaptığı gibi konuya ışık düşürmektedir. Yol göstermiyor kuşkusuz, bir diziönerme çıkarmış daönümüzü aydınlatıyor değil. Kişisi bir kahraman,örnek, vb. olarak sunulmuyor. Ama bu türdenörneklerden (kahraman, vb.)öyle sıtkımız sıyrılmış, bezmişiz ki var olmanın, direnmenin, bir şey, kişi, diyelim ki insan olmanın sahici işliklerine (atölye) göz atıyor olmak duygulandırıyor, heyecanlandırıyor hepimizi. Don Quijotemizi ne yapsak unutamıyoruz.

Toplumdışı Aşir Emin Başören'in (Dünbatımı Defterleri) toplumdışılığını ele veren birkaç alıntı verelim bölümü bitirirken.örnekler, İbrahim Yıldırım'ınönceki roman kişilerinin birçoğu için de gönderimli, geçerlidir:


"Aslında huzursuz yaşamış birini, huzursuz sona ermek tedirgin etmemeli... Hayat nasıl yaşandıysaöyle biter, yazı da!.." (DD, 13)


"Fakat elveda demek için maalesef pazartesiye kadar beklemem gerekiyordu." (DD, 43)


"Ama elden ne gelir kaderim böyleymiş..." (DD, 80)


"Bence ölüm de kitabı taklit eder..." (DD, 236)


"Okuya okuya öldürün beni." (DD, 237)


"Umarım son yasım olur bu.


Son yazım mı demeliydim acaba?" (DD, 242)


"Akıttıklarım kedilere veda gözyaşları mıydı? (...) Ancak iyi ya da kötü yaşayamayacağı baharın, okşayamayacağım kedilerin hüznüöyle hırpalayıcı ki, sessiz sedasız olsa da gözyaşlarım sayfalara akmayı sürdürüyor." (DD, 278)


"Çok gergin, çok öfkeli, çok kederli bir geçmiş bırakacağım geride. Bu elem dolu dün'ü daha uzunözetleyecek olursam; sizlere Muvaffak ve Artemis Abla'dan beslenerek geçinen ortak yaşam canlısını küskütotunu ve kendimi yeme dönemimde olduğumu tekrar hatırlatmam gerekir..." (DD, 286)


"Ruhum çok acıyor dostlarım." (DD, 325)


"Belki de dün batmak istemiyor!" (DD, 356)


"Keşke bir Kırıkkalem olsaydı." (DD, 416)


"Bana da ona da çentik atılmıştı, ne ben ne de arkadaşım tamamlanamadık kurtulamadık sevdalarımızdan; tırlaya hatırlaya ve her hatırladığımızda acı çekerek yaşadık... ve sonunda Muvaffak tamamlanarak bitti. Ben ise yarım kalmış biri olarak bugün ya da yarın gideceğim..." (DD, 441-2)


"Kendi bildiğim gibi kederlenmiştim." (DD, 445)


"Artık üçümüz de aynı yerdeydik. Ben kenarda bir yerde duruyor olsam da çok yakında dün'ümün yanı sıra, ruhum ve bedenimle de anakonaklarıma katılacağım." (DD, 448)


Yazı-Metin


Hangi metin, yazının eninde sonunda tüm deneysel girişimlerine karşın yine de yansıtmak zorunda kaldığı toplumun çöplüğünde eşelenmeyi göze alabilir ve yaşam alanı elinden (ç)alınmış yabanın delibozuk öyküsü için sıvar kollarını? Hangiöfke, hangi cesaret, hangi umutsuzluk ve şeytandır ki metni metin, yazını yazın, yayıncılığı yayıncılık, yazarı yazarlık ve okuru okurluktan çıkarır (yani baştan çıkarır) ve tüm bu süreçte ölümüne oyun göze alınmıştır? Tümözneler, yanlar (taraf) bu metinle yüzleşecekse kendilerince ölümü olası seçenekler arasında tutmak, hattaölümle oynamak zorunda kalırlar. Bir tür herkes için Rus ruleti demek bu. İbrahim Yıldırım romanlarını okumak sanırımölümle yaşam sınırında, uçurum kıyısında 'Değişmez'i, 'Artık fark etmez'i oynamak gibi. Daha ne yitirilebilir? Öykümüz dediğimiz şeyi, bize ait olduğunu sandığımız geçmişimizi bile soyunmak, ortalıkta, dünyanın, kentin, İstanbul'un ortasında çırılçıplak, savunmasız kalmak, derimize varıncaya değin zarda yitirmek (Bkz.Mallarme, 'Zarla Şans Dönmeyecek', 1897) ve en son kendi tinimizi masaya sürmek (Bkz. Faust anlatıları) dehşetten, umutsuzluktan çok daha korkunç bir noktaya taşır bizi. En tutmaz, bağdaşmaz uçları bir araya getirerek ağlatıp güldüren, yüceyi sıradanın kucağına bırakan ya da tersine sıradanı yücenin omuzlarına oturtan bir ağlatısalgüldürü (trajikomedi)... Belki de gülünç çatışkılar (komik-dram) ... Bu biçimden biçime giren, bazen yüreklerimizi en duyarlı yerlerinden titreten ama tam bunu yaparken nice korkumuz (fobi) varsa tümünü tetikleyip tüylerimizi kabartarak diken diken eden, sevinci asla kaygısız yaşatmayan, acılarımızı en gülünç biçimler ve anlatımlarla somutlayıp dışavuran, abartık, ürkünç, aşağılık ve yüce, grotesk umarsızlığımız (çare) tabii ki dirimin dansı olacak değil,ölümün dansıdır. (Bkz. Camille Saint-Saëns, Dance Macabre, 1875) Don Quijote'nin, Aşir Emin Başören'in ölümle dans etmekten başka seçenekleri kalmamıştır ve olsa olsa ölüm son açıklamadan, sözden sonraya ertelenmiştir. Çünkü yeni (!) zorba dünya onları tıpkı akrep gibi ağılayan, göksüz-yersiz-susuz bırakmacasına, kalan son yaşam alanlarını kurutan, başka bir dünyadır ve ayak uyduramayacaklar, hatta bunu istemeyeceklerdir.

Bu tuhaf yeni dünyanın dilini yaratmak, Türkçe'mizde karşılamak için İbrahim Yıldırım neredeyse tüm yaşamını adadı denebilir. Deneysel girişimleri, dilsel atılımları oldu, okuyanlar anımsayacaklardır. Ama araştırması bitmedi, sürüyor. Anladığımca sanki daha kıvamlı, nitel anlamda sıçratılmış, ana izleğini yetkin, olgun biçimde karşılayabilen dilini yaratmış görünüyor. Bundan sonra uygulamalarını genişletecek, dil simyasını dilin çok katlı anlatma, indirgeme ve yükseltgeme, birini yaparkenötekini sağlama, bir tür dalga devinimine bağlayacaktır. Bunu yapıyor zaten. Dil onda yer yer çarptığı engelle karmaşık çalkantılara, burgaçlara (anafor) yol veren bir dalga devinimi... Kesinlikle dizemli (ritmik) bir salınım. Dizem, dolayısıyla ses (müzik) anlatılarının biçimden çok içeriğe ilişkin niteliğini oluşturur. Ama ben burada Yıldırım'ın dil kullanım biçimleri çözümlemesini yapmayacak, dili yönetim, yürütüm siyasetlerine değineceğim.

Onun metinlerini 'metin içinde metin' olarak algılamamız beklenmektedir. Neden? Elbette eskil (arkaik) bir çözümdür, yazarımızın bulduğu bir şey değil. Onun yaptığı yine son birkaç yüzyılda çağcıl romanla yeniden denenmiş bir uygulamanın başarılı bir örneği. Dolayısıyla uygulamaya değil, yazarı bu uygulayımı (teknik) seçmeye götüren şeyi anlamaya, yorumlamaya çalışıyoruz. Aslında yazınsal çözümü, iyiden geliştirilmiş izleğini önceler. Başından beri, dili bükmek ve yorumlamakla, dilin gizilgücünü yeni dünya durumlarının betimi için açığa çıkarmakla ilgilidir. Özellikle tinsel ve nesnel dünya devinimini yakalayıp yansıtacak bir dizemsellik (ritim) araştırmasına girişmiş, yazınsal meselesini içerikten önce biçim, aslında biçimsel içerik olarak koymuştur ilk dönemlerinde. Sesler üzerine bile çalıştığı kanısındayım. Türkçenin ses (fonem) özelliklerini değerlendirmiştir. O yazını insanın kendini dışavurumunun yordamlarından biri olarak gördüğünden, daha çok üretimsel bir bakışı üstlenir. Ve üretimci bakış açısı yaratıcılığı (güzelduyusal, estetik yükü) dil üzerinden bir yapı, yığma (istif) sorunu olarak görmesini sağlamıştır. öylesine ki yapı çözümü bir yazar olarak onu biçim konusunda aşırı titizliğe yöneltmiştir. Dağılan, tutarsız, özensiz metin görüntüsü, belirtisi arkasında inceden düşünülmüş, kotarılmış çok bilinçli bir yapı-kurguözdenetimi, sıkıdüzeni (disiplin) yatmaktadır. Aynı kaygıyı Necati Tosuner'de görmek ayrıca tuhaftır. (Bu konuyu düşünmeliyim.)

Öyküyü öyküye bağlama, iç içe yerleştirme, öyküyü öyküye açma, vb. anlatı yordamları sözlü gelenekleri de kapsayacak biçimde neredeyse biçimbirimsel bir ilk örnekle (arketip) bağlantılı olabilir. Bu serimleme biçimi dinleyeni de (okur) öykünün bir parçasına, örgesine (motif) dönüştüren, anlatıcıyla birlikte okuyanı da dolayımına alan bir yöntem olarak şunu söyler: Hepimiz daha anlatırken anlatılanız. Öykü dışarıda değil. Bizim deöykümüz. İbrahim Yıldırım'da daha da şaşırtıcı olan yazının yazıyı imlemesidir (işaret, sinyal). Yazı içindeki, zaman zaman da üstündeki yazıyı gösterir: Bu bir yazıdır. Bu o yazıdır. Yazı yazıyı yazar. Sonuç: Nasıl evrenin içeriği (hatta içkini) olmak yazgımızsa, anlatılanın,öykünün, yazının içeriği (içkini) olmak da her nerede ve nasıl olursak olalım, yazgımızdır. Varlığımız hakkımızda yazılandan (Anlatılan, diye düşünelim.) tümlenir, buna varoluş diyebiliriz. Konuyu bu bağlam içerisinde kavrayışının örneklerini romanlarıyla önümüze koyan yazarımız; biçimsel, uygulamaya (pratik) dönük çözümlerini, örneğin ben anlatıcısı kendisinden uzaklaştığında (mesafelenme) koyu (bold) yazı kullanma vb., seçimleriyle önerir. Tüm benzeri algıya dönük, yüzeysel, kabukta biçim çözümleri kasıtla vurgulanarak ya da gösterilerek doğrudan içeriğe taşınır. Burası oldukçaönemlidir İbrahim Yıldırım yapıtını anlamak açısından. Onun görünür tüm biçimsel uygulamaları doğrudan içerik yükü taşırlar.

Kendini gösterecek kerte içerdeki çoklu metinleri nesneleştiren, genel anlatı bütününün görünüme çıkarılmış parçasına dönüştüren tutumun güzelduyu (estetik) dışında açıklamaları da olabilir. Bunlardan biri bütünlük yanılsamasını kırmak, büyüyü bozmakla ilgilidir. Anlatmanın, öykülemenin tüm geleneği dinleyeni (okuyanı) büyülemekle ve yönetmekle ilgili sayılsa yeridir. Yanlış sonuçlar doğursa da özünde yanlışlık yok. Nice sonradır ki sanatın büyü etkisi orasından burasından kırılarak (Bkz. Brecht, vb.) alıcısına özel, seçili, geri alınabilir bir uzlaşım içinde olduğunu anımsatır. Bu nokta büyünün oyuna dönüştüğü ya da dönüşebileceği noktadır ve büyü büyü oluşunu tam da bu noktada yadsımıştır. Sanat düşüngüsel (ideolojik) çıkarımları baştan ketlemiş, ama her türden düşüngüsel yordamı açığa çıkarma olanağını oluşurabilmiştir böylelikle. Düşüngü ancak sanatla imgelenebilmiştir. (20.yüzyıl, değişik sanat uygulamalarında bu soruyla sert biçimde yüzleşmiş, ilginç sonuçlara da varmıştır.) Hemen belirtelim ki imgesiz sanat söz konusu olamayacağı gibi siyaset de olanaksızdır ama sanat siyasetinönkoşuludur demiyoruz ve elbette tersini de. Yıldırım'ın yazısı açıklığından, kırıldığı yerden bir başka yazıyı yüze(ye) çıkarıp gösterir. Kendi kaynağını,özünü, dolayısıyla yanılsamasını, yetmezliğini imler. Bunun için yazı-bedenin som ve tümlük algısının dağıtılması, kimi parçalarının,örgenlerinin (uzuv) ayrı, bağımsız nesneler konumundan (statü) ele alınmasına, felsefenin Kartezyen çelişkisine eytişimin (diyalektik) çözüm önerisi olarak da bakılabilir. Dolayısıyla İbrahim Yıldırım romanlarının içerisinde değişik biçimlerde birden çok metinlere gönderme söz konusu. Okur uydumculuğumuzu (konformizm), tembelliğimizi zorlayan bir etkin (aktif) girişimi ve arkasında yatan tinsel yazar seçimini de ıskalamak yanlış olur, belirtelim. Son iki romandan (Hüznengiz Bir Arabesk ve Dünbatımı Defterleri1)örnekler:

"Roman denilen çalışmalarımda genellikle yazmakta olan kişileri anlattığım ve müdahil avukat gibi davranıp ara sıra o kişilere karıştığım bilinmektedir. Çok sık olmasa da bu kitapta da aynı yöntemi uygulayacak, kimi zaman kendimi, kimi zaman roman kahramanlarımı koruyup kollamak, yazdıklarını düzeltip düzenlemek e onları açıklamak amacıyla söz alacağım... Bu arada ilk dosyayı -ya da ilk öfkeyi- okuyup üzerinde çalışırken şu çengelin zihnimi ara vermeden tırmaladığını mutlaka belirtmeliyim: 'İrlandalı piskopos Berkeley'in söylediği gibi, olmak gerçekten algılanmış olmaksa (esse est percipi), algıdan kaçmak mümkün müdür?'" (HBA, 16)

"Roman da denebilecek bu kitabın yalnızca bana iletilen ikinci dosyası 16 Mart 2016 tarihinde ikindi vakti mesaj kutuma düşmüştü. Bu metnin yazarı, ortaya karışık bir yöntemsizlikle aklında ne varsa döküp saçmış, ikram sever bolkepçe bir ev sahibi gibi davranıp zihin dolabında ne varsa getirip dosyayı envai çeşit malûmatla tıka basa doldurmuştu. Fakat bu bolluğa karşın, sanki 'Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz... Konuşulanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuyoruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız' sözüne uygun olarak saklanmak ya da kaybolmak ister gibiydi..." (HBA, 129)

Dünbatımı Defterleri'nin girişinde, üst yazar bir avukat aracılığıyla kendisine ulaştırılan 4 defteri ve diğer yazılı gereci düzenlediğini söylüyor. 2 günde yapılan iş bir 'kolaj'dır. Defterler dışında bir başka kaynak da Defterler'in yazarının sonradan yok ettiği basılmış bir kitabıdır: Malûmatnâme. (Bricolage): İçinde Nebevi Tıbbı, Ahlat-ı Erbaa, İlm-i sima, Kavafis, fizyonomi, mitoloji, Roland Barthes, F. Scott Fitzgerald, Zeyrekli Kâtip çelebi, Necati Bey'e ve yazılı katillere göndermeler söz konusu. Ayrıca bir Zeyl veya tahkim metni var gereçler arasında. İbrahim Yıldırım adına şöyle sürüyor 'takdim':

"Ben teslim edilen bütün malzemeyi hayatımın en karışık, en bunalımlı döneminde düzeltip düzenleyip yayına hazırladım... Neredeyse beş yıl boyunca verdiğim emeğin, kitabın aşağı yukarı bir kiloluk ağırlığını ve aşağı yukarı beş yüze yakın sayfa yoğunluğunu sonuna kadar hak ettiği kanısındayım.öte yandan oturup konuşmuşluğum, yüzünü görmüşlüğüm, sesini duymuşluğum olmayan birinin -edebî, içtimaî, cinaî, tıbbî-öfke ataklarını içeren; üç fazla üç yüz elli sözcük içeren ve aynı fiziki düzene sahip sayfalardan oluşan defterleri anlayıp anlamlandırma çabam da ayrıca değerlendirilmeli; yazarlık haneme kitabın ağırlığının yanı sıra peştamaliye bağlamında bir artı daha eklenmeli. Ama böyle söyledim diye sakın defterlere müdahale ettiğim sanılmasın: Defterlerin ve malzemenin sahibi olan yazar, nelerden söz etmişse onları okuyacaksınız; ben yalnızca harcı kıvamında karmaya, şakulün, su terazisinin uyarılarına dikkat etmeye, tuğlaları düzgünörmeye, malayı iyi kullanmaya özen gösterdim. Bu arada yaptığı işte eksik gedik sevmeyen bir duvar işçisi olarak; kimi zaman -tabii ki gerektiğinde- sizlere yardımcı olmaya -da-çalıştım..." İbrahimYıldırım, Mayıs 2017-Temmuz 2021. (DD, 9)


Alt metinlere gönderme yapan birkaç alıntı da verelim:


"Çünkü bir başkası olarak Hüseyin'i değil, düpedüz kendimi anlatmaya yeltenmiş bulunuyorum. Dolayısıyla vahim dayak hadisesini ve diğer maceralarımı -da- anlatmayı düşündüğümden kendimi yazı malzemesi olarak görüyorum.


Anlayacağınız kendim hikâye oldum." (HBA, 134)


"Az sonra yazdıklarımı yani bu dosyayı, yazmamıöneren romancıya göndereceğim. O artık ne yaparsa yapsın, nasıl düzenlerse düzenlesin; ister işportaya, ister AVM stantlarına ve standartlarına uygun hale getirsin; inanın, umurumda değil... Muştalı katil mi ne olacak, o hergeleyi de yazara havale ediyorum; roman denebilecek yeni bir şey mi yazar, yoksa devetüylü herifin peşine takılacak yeni bir kahraman mı bulur, artık kendi bileceği iş: Lanet olsun, o herif beni dayakçı ispenç horozlarından kurtarmakla hata eden güreşken delikanlıyı isterse Yenikapı'da bulabilir, onu da yazmaya zorlayabilir. Böyle şeyler beni artık hiç ilgilendirmiyor. Sizler, İyi bilirdik, helal olsun sana Hüseyin deyin, bu yeter bana..." (HBT, 244)


"Yeni bir defter, yeni bir suç mahalli." (DD, 245)


"İlk ve son eserim olan Malûmatnâme'yi gaddarca yok edip bana, post modern primat ve kitabımdaki bir öykü dolayısıyla antropolojik manyak diyenlere hadlerini, edebiyatın en can yakıcı, en can acıtıcı araçlarını kullanarak ve yazılı şiddet uygulayarak bildireceğim." (DD, 250)


"Bana gelince birileri postmortem autolyses'e uğramamı bile beklemeden yazdıklarımı ve beni kimsesiz postmodern yazarlar mezarlığında gusülsüz, tezkiyesiz gömmekten keyif alacaktır... Bu tür kötülüğü tabii ki başta fizyonomi ile frenolojiyi karıştıran, beş yazarlı öykümle Alas, Poor Yorick diyerek dalga geçen eleştirmen ve yandaşları yapacaktır. Bu tür düşmanlıklar artık umurumda değil (...) Zira yazdıklarımın anestezik etkisinden kurtulamadıklarından saçmalıyor olabilirler. Ülkemizde katgüt denilen catgut meselesine dönecek olursak..." (DD, 437-8)


*

Özellikle son romanlarında yine yapısal bir seçim ve özellik olarak amacını yitiren, sürekli başa saran, sonuçta aslında amacı yok-sayan, amaca ulaşmayı tiye alan metin akışını, Sterne'ce (Tristram Shandy, özgün dilde 1759) bir anlakçıl oyunbazlık olarak anlamak ve yorumlamak doğrunun bir parçası olsa da İbrahim Yıldırım uygulaması ve yorumunun başka bir boyutu daha var. Onun sorunu nesneleştirilmiş anlatıyı mekanik bir bozguna uğratmaktan öte aslında belli ve apaçık karanlık sonu (ölüm) erteleme, zaman kazanma, son bildirisini, uyarısını dünyaya duyurma yönünde metni uzatarak zamanla yarıştırmadır. Metin (ya da bir, daha çok da ana bölümü) neredeyse birebir zaman sayacı gibi işler. Romanın zamanıyla yazının zamanı ve fiziksel zaman sıkça örtüşür. Bunun anlamı yazma ediminin sayma edimi, yazının üretim süreci ve üretilmiş bir nesne olarak görülmesi, gösterilmesidir. Yıldırım'ın en belirgin (tipik) yazma anları ve çözümleridir böylesi alanları, bölümleri. Sanki kendisi de deneylikte (laboratuvar) bir deney yürütmekte, sayaçlar süreyi ölçmektedir. Uyarı zili çalar ve metin biter. Ama asıl amacını yitirmiş, başa saran öyküleme biçiminin nedeni, içinde yaşadığımız dünyanın başa sarması, yanlış gitmesi, amacını yitirmesi ya da amacın ortak amaç olmaktan çıkması, araya sığıştırılan sayısız anlamsız dolayımlarla doğal, insanca yaşam akışlarının kesintiye uğraması, hatta terslenmesi ve güçlükle ve ağır bedellerle yaratılmış doğrultusunu, yönünü yitirmesi olmalı.

Bilinç bozguna uğramakla kalmamış bilinçakışı da bozguna uğramıştır. Bilinçakışı uygulamasına başvuran yazınsal us, bilincin altında bir uzam-zaman alanını tanımlayarak (kategorizasyon) aslında son resim için son tutamak noktasını, son içerik tanımını denemiştir. Sanki bilincin altı-üstü-ortası bağımsız ya da en azındanözerk tasarlanabilirmiş gibi. Hoş, yazın yeni bir anlatım yordamı üreterek bundan kazançlı çıkmış, iyi de olmuştur. Ama dahaötesi var. Artık bilinç ya da altı tek başına anlatıyı sürükleyen bir çizgi (hat) olarak yeterli değil. Dünyanın parça bölük sunumunun doğallaştırılması ve herkesin elinde tuttuğu parçaya dünya olarak bakması ve algılaması ile bilincin tüm ulamları (kategori) ayrı ayrı ve birlikte bozguna uğramıştır. Bunu karşılayacak anlatım dili nasıl olabilir sorusunun güncel ve bana göre kalıcı yanıtını bizde Faruk Duman, İbrahim Yıldırım gibi yazarlarımız verme çabası içindedirler. Elbette peşinde oldukları şey Pandora kutusunun kilidini ele geçirmek değil. Yaşadığımız bozgunu kendimizden uzaklaşarak ayrımsamak için hep bir şansımız oldu ve olacaktır. Bu nedenle yazının bilimi (yazınbilim) hep 1 eksiğiyle izleyecektir yazını. Ve Yıldırım'ın daölüme doğru atılan ve zamanla yarışan anlatısının kanıtladığı gibi yaşam bitse de söz (yazı) yine sürecek, geriye söz ve/ya yazı kalacaktır. Yaşayan ve süren belki de yalnızca sözdür (yazı) ve varlık bunun aracısıdır. Elbette tikel roman (söz) biter, bitmek zorundadır, çünkü anlatıcısı bitmiştir. Ama anlatıcının arkasındaki anlatıcının arkasındaki...anlatıcı (yazar) yeniden yazmaklaölümü aşırtacak, söz (yazı) ölümü olanaksız kılacaktır. Bu, yazının kalacağı ve okunmayı sürdüreceği düşüncesinden ayrı bir şeydir. Varlıkbiliminin (ontoloji) kaynağı da gerçekte sözdür, unutmayalım. Varlık özden öncedir ya (Bkz.Özdekçi, materyalist ve varoluşçu, egzistansiyalist gelenekler) bu yargının kendi de dille, dil üzerinden bir yargıdır. (çoğu kez görmezden geldiğimiz bir şey...) Evrenin ilk ve son egemeni sözdür, kuyruktur bedenin ve bilincin gerekçesi, kaynağı ve evrimin sonuna güçbela yetişmiş türümüzün yansıtmalı (refleksif), aşkınlaşmış (transforme) mini minnacık bilinci evreni dönüşümlü biçimde tasarlayabilmiştir. Onun tarihi, bakışının göreliliğinin (rölativizm) sınanmasının tarihidir, eşanlı olarak. Tarih de böyle tarihtir. Her neyse. Bunları araya sıkıştırmamın nedeni sözün iki(rcik)li yorumudur Yıldırım yapıtı üzerinden. Söz, defter biter, kapanır gibi görünür. Sanki yaşama veda edilmektedir ve ölüme sürüklenen zaman dünyayla birlikte öleni de bozguna uğratmaktadır ağırlaşan biçimlerde. Ama tüm defterler, mektuplar, anılar, fotoğraflar, alınganlıklar, duygusal boşluklar, iletişim sürçmeleri, vb. yok olup giderler. Yaşanılan ve eninde sonunda söze bağlanan her şey, adlarımız ve özneliklerimizle birlikte yok oluşa sürüklenir. Geriye yine de tek başına kendi olarak olmasa da ilmeklendiği bir silsile (kanon) içinde yapıt kalır. Sözü söze ilmekleyen yapıt. İnsan değil anlatısı sürdürür insan(lığ)ı. Tabii, 'insanlık', ayrıca tartışma gerektiren bir kavram olarak şöyle bir kenarda dursun şimdilik.

Bu geçicilik, acedia olarak tanımlanabilecek (E. M. Cioran'dan yaptığı alıntıyı Dünbatımı Defterleri'nin başına koyar Yıldırım ve sanki yapıt acedia kavramı üzerine oturtulmuş izlenimi verir. Doğrudur da...) duygu, 'ağılı (zehir) sıkıntı' anlatının anlatıcı yanını bozguna uğratmakla kalmaz, anlatılan yanını da (okur, dinleyici, vb.) eşanlı olarak bozguna uğratıp benzer bir tinselliğe (acedia) taşır. Çözümünü yitirmiş sıkıntının insanı sürükleyebileceği yer algı kilitlenmesi ya da dünyayla tüm ilişkilerin koparılması, saltık tepkisizlik (ölüm) noktasıdır sonuçta. Sürecin dilde yankılanması karayergidir (ironi). Zamandan ve yerden saltık kopuşun geriye kalan tek dili. Yazarın neyi göze aldığı açıktır, yani sözünün dünyadan kopuşu, yayımlanmamak, okunmamak, vb. Okur neyi, nereye dek göze alır? Yapıtın bir gösterim, bir imleme olduğu kavrayışından başlatabilir mi okumasını? Ama bunu yapamazsa öteki yanın, kıyının, 'acedia'sına kapılması an meselesidir. Oysa İbrahim Yıldırım'ın yapıtı olumlamaz, acı biçimde göstermeyi seçer ve başka da hiçbir şeyi. Her okur ayrı ayrı hesaplaşmasını yapacaktır, yapmak zorunda bırakılır. Göstermeyi görsel nesne-imge kullanmaya dek ilerletir: "Dünbatımı Defterleri'nde ise yazınsal amacı olan tek bir görsel kullanıldı: Dans eden İspanyol giysili iki insan. Daha önceki romanlarımda ise daha fazlası vardır." Ekliyor: "Bugüne kadar on roman yazdım, fotoğraf, çizim veya boşluk bağlamında hangi yazınsal varlıkları kullanacağıma tabii ki ben karar verdim."2


*

Bu bölümde kısaca Yıldırım yapıtının gönderimselliğine değinmezsek olmaz. Yazınımızda yeni bilinç, yapıtın doğrudan ya da dolaylı evrensel kaynaklarına olabildiğince açık gönderimlerde bulunmayıöne çıkarıyor. Yapıtın tıka basa doldurulması ve okuru sayısız engeli aşmak zorunda bırakması ciddi bir sorundur böylesi bir yaklaşımda. Ama öte yandan yapıtın sanıldığınca tek bir istence (irade), özneliğe (süje) bağlı olmadığının da apaçık kanıtıdır yöntem. Yazar şunu anımsatır okuruna: Bu yapıtın arkasında dünyanın tüm birikimi, deneyimi yatıyor. Yapıt yalnızca yazarının kişisel deneyimiyle sınırlı değildir. Bunu benimseyen yazarlarımıza çok saygı duyduğumu geçerken belirteyim ve iki yetkin örnektenöteki da Faruk Duman'dır. (Faruk Duman üzerine çalışmama bakılabilir: www.okumaninsonunayolculuk.com ) Tutumun karşılıklarından biri de devleştirilmiş, aşılmaz duvar gibi yükseltilen yazar Ben'ini yıkarak yerine alçakgönüllü bir eşdeğerlilik düşüncesi önermesi. Eşdeğerlilik ya da eşitlik... Şişik, küçük dünyalar yaratan balon söndürülür ve çok da iyi edilir. Yukarıda gösterilen söyleşide yazarımız şöyle diyor:"Bence günümüzde ülkemiz edebiyat ortamında edebi kanondan filan söz edilemez ama kendi içine kapanmış, kendileri gibi yazanları okuyan, kendileri gibi düşünenlereödüller veren gruplardan söz edilebilir." Haklı içeriğini tartışmayacağız. Ama put kırıcılığına gönderme açık.öte yandan göndermelerinin çok boyutlu olduğunu belirtmek gerek. O yalnızca klasik ve çağcıl yazın yapıtlarına değil, popüler müziğin yerli yabancı her türünden felsefecilere, hemen her tür insan edimine, diline, yorumuna gönderme yapar. Söyleşideönemli bir şey söyler, ipucu verir: "Bu arada Ezra Pound'un Nisan şiiri, Deep Purple'ın April adlı çalışması meraklı okurlar için ipucu olabilir..." Bir sokak adı, bir sözcüğün kökeni (etimoloji), bir kent uzamının betimi ve anlamı, usa gelebilecek her şey 'malumâtfuruş'ça ve bir yoldan sapma yordamı olarak araya girer. Saymakla bitmez gönderimler.özel bir çalışma gerektirir ve bir yerden sonra boşunadır. (Bu bölümün sonunda iki romandan seçmeörnekler veriyorum.) çünkü yazarımızın amacı gönderimlerinin ucunda varılabilecek şey değildir. Tersine göndermenin (gösterge) doğrudan kendisidir onun romanını taşıyan imgelem. Son saniyeden, çıkıştan birönce araya giren her şey, tüm bir dünyanın çetelesi tutulur. Bu aynı zamanda yürek burkan tutma, tutunma çabasıdır. Ama zaman yine zamanın içindedir, ondan taşmasını ummak boşunadır. Göndermelerin bir başka biçimi de zamansal gönderimlerdir. Zamanın orasına burasına, bir yerine yapılan göndermeler. Bunlar bizi gönderilen zamanın (an) deneyimine ortak kılar ve yitirilmişin aynı zamanda hepimizin yitirilmişi olduğunu gösterir. Bir yerin bir zamanıdır ve zaman Yıldırım'da genellikle uzamsaldır (mekân). Dünbatımı Defterleri'nde benim geçmiş zamanlarımı tetikleyen (ajitasyon) birkaçörnek vermek gerekirse; Zeyrek (İstanbul), şarkılar ('Aman doktor canım cicim doktor'), 'yavrimu', 'neneka' deyişleri, paskalya, 'abla'lar, vb., Don Quijote'mizin zamanı durdurma, onarma, çağırma yönünde umutsuz atılımları olarak sayabilirim.

Tüm olmasa da Dünbatımı Defterleri'nde yaptığı göndermelerin bir bölümüyle ilgili kısa açıklamalarını kitabının sonuna koymasının da (DEFTERLERDE ADI GEÇEN BAZI KİŞİLER, BAZI KİTAPLAR VE BAZI MEKÂNLARLA İLGİLİ NOTLAR, s. 451-456) bilgisel işlevinden çok imgesel işlevine vurgu yapmak isterim. Romanı bir yolculuk, gerçekleştirilmiş bir izlence bir üretim olarak tasarlayan Yıldırım aynı söyleşide şunları söylemektedir: "Yazdığım her roman gibi Dünbatımı Defterleri de benim kendimle yaptığım çok uzun ama bir kadar da verimli bir yolculuktu. Böyle olduğundan ihtiyacım olan kumanyayı yanıma almıştım. Hatta bu yolculuklar sırasında, nerede mola vereceğime, nereleri gezip tozacağıma, yolcuğumun hangi evresinde diğer türlerle yol arkadaşlığı yapacağıma baştan karar vermiştim."


Seçili rastgeleörnekler (genellikle Dünbatımı Defterleri'nden) ve gönderme içeren alıntılar:


Mihri Hatun, Flamenko-Fandango (399)-Bolero, Fandango çizimi (425), Küçük Prens çizimleri, Scarlatti, Samanyolu (Berkant), Halil Cibran, Sadık Hidayet, Lübnanlı
şair (Adonis?), Kâtip Çelebi. Şair Nabi. Azınlık kültürleri, paylaşımları. Paskalyalar. Yumurtalar. Sitte-i Sevir, Nisan kötümserliği. Annenin Aprul'u. Nisan kışı. Halil Cibran. Sadık Hidayet, Baharı beklerken (Fitzgerald?), Bihruz (Uşaklıgil), Oblomov, 'cins bir katil'. (101), Metallica, Bolis çukuru, Deep Purple. İlk divan şairi Necati Bey'in Hz. İsa yorumu, Aspasya, Kırım Türkü Togo (1967), Yedi kırk'ı gösteren Candido, 45'lik, Unkapanı sebze meyve hali, Siirtli hamal bölükleri, Zeyrek Camisi, Türkübar, Rap (Ceza), Candide (Voltaire), Danse macabre (Camille Saints-Säens), 'Çok yaşasın ölüm', Sylvia Plath, Anne Sexton: anoıreksiya nevroza, John Berryman, Fatih-Harbiye gerilimi, Baharı Beklerken- Barbarları Beklerken, Sıhhat u Maraz-Mehmet bin Süleyman (Fuzuli), Köy Hekimi-Balzac (281), Otostopçunun Galaksi Rehberi (Douglas Adams) (413), Mayıs 1969: İmran Öktem cenazesinde çıkan olay, Oh Lady Mary, Dalida, Seçim kampanyası: Dombıra. "Sinirim bozulmuştu." (DD, 179), "Aç-Aç Açpasya!" (282), "April without end..." (Deep Purple) (149), Artemis Ablanın kokusu, Kırmızı puantiyeli eteğiyle Artemiş abla., Moibus (Mobius) Döngüsü (186), "Mavi boncuk Kimdedir": "Barfly" günleri, Madam Nimet Elou-Rilke-esmer gülün dikeni (321), Meisterstück (altın uçlu dolmakalem) (359).


"Şimdi ise öncelikle Zartoşt'un Uçmaya uçmakla başlayamaz insan buyruğuna uygun davranıp..." (HBA, 220)


"Selim Işık'ın, Zebercet'in ataklarına benzetebileceğim tarifesiz yolculuklarım..." (DD, 100)


"Aliki Vuyuklaki Yunanlı bir aktristi." (DD, 75)


"Çünkü taşrada oteller bodurdur.


Atlanmaz, atlansa da ölünmez..." (DD, 134)


"Bir zamanlar Hal ve Gidiş Notu'nun kötü olmaması için..." (DD, 172)


"Prokrustes'in acımasız, Tek Tipçi mitolojik bir Mengele
olduğunuöğrenmem..."
(DD, 268)


"Sonsöz:



"Aşir Emin Başören'in defterlerini düzenlemeye Acedia ile başladığımıza göre,öyle bitirelim: Bernardo Soares, 21 Nisan 1930 tarihli günlüğünü Davut'un Acedia'yı anlatan ruhum yorgunluktan uyudu- yakınmasına benzeyen cümlesini Eyüp'ün kitabından alımlayarak tamamlamıştı.

Ruhum hayatımdan yoruldu!" (DD, 449) (Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa).


"Candino'nun akrebi, neredeyse yarım saatönce 2'yi soktu, artık ağır aksak 3'e ilerliyor..." (DD, 56)


"Candino az önce dört kez boğuk boğuk gonglayıp bir kez tınladı: Saat 17.03..." (DD, 139)


"Sizlere 1969 yılından bakacağım..." (DD, 136)


"Artemis Abla'nın eli saçlarımda dolaştıktan sonra elime uzanmış gücü yettiğince sıkmış..." (DD, 262)


"Mürrüsafi tüten; ama aynı zamanda badem yağı esintili acımsı ılık ve kaygan bu kokuyu tanımıyor değildim." (DD, 262)


"Yorick'lere gelesice alçak herif..." (DD, 315)


"Hoşnutsuzluğumuzun Kışı!" (DD, 324)


Meisterstück'ün (lüks dolmakalem) VIP olanaklarından yararlanmak (DD, 359)


Yapıbozum


Yukarıdaki bölümü, yani yapılanma çözümlerini tümleyecek biçimde yapıbozum girişimlerini ele almamız İbrahim Yıldırım'ın genel yapıtını kavramak açısından da önemlidir. Ama bu yöntem arkasındaki yaratma gerekçesinden koparılıp tek başına ele alınırsa kolaylıkla kendimizi ardçağcı (postmodern) bir düzen(ek), kurulum, daha doğrusu bozunum girişimi karşısında bulabiliriz. Benim açımdan sorun; bir yazınsal metnin ardçağcı bir metin olmasından önce, ardçağcı bir metin ya da yaratı olup olmadığının belirlenmesi, ayrıştırılmasıdır. Yazınbilimci, eleştirmen, yorumcu ya da okur, önüne gelen karmaşık ve güncel yazınsal anlatıları sayısız eşleşimleri, benzeşimleri, yanıltıcı özdeşlikleri ayıklayarak ve kestirme yargılardan ayrıca uzak durarak bu çalışmayı yapmak zorundadır. Çünkü her yapıt (sanatsal) bir değerleme tasarıdır, yani önermedir. Dolayısıyla görünür görünmez bir yargıya bağlanması kaçınılmazdır ister doğrudan ister dolaylı biçimlerde olsun. Yüzeyden okuma yazarımızı kolayından ardçağcı başlığı altına sokabilecekken ve yapıt tıka basa bu türden veriyle doluyken okurunun yere sıkı basması ve yanıltıcı veri karşısında bozguna uğramaması önemlidir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Yıldırım ortak acılarımızın sınır/sinir uçlarına değin taşır şakayı. Şaka ölümcüldür, en azından gönderimleri (ima) açısından. Onun şakası şakaya gelmeyen şakalardandır. Tüm dil oyunları, gerçekte bizi saçmanın kıyısından, yani topu direkten çevirir. Yalnızca dil oyunları değil, kendimizi en ciddi bulduğumuz an(ı)larımıza ilişkin acınası eğretiliğimiz, savunmasızlığımız, içler acısı kofluğumuz maya çalınabilecek gölün olasılıklarını da imler. İnsan budur ve değildir. Kendi olamayacak denli insandır, en kötü yerinden, anından insanlaşır, daha insanlaşma gizilgücünü hep taşır. İşte bunun anlatısının yıkıcı bir anlatı olması, anlatının yalnızca anlattığının (öykülerimiz, içerikler, anlam-lama akışları, vb.) değil doğrudan kendisinin de yıkılması gösterilmelidir. Kutsallaştırılmış, dizgenin kusursuz ürününe (meta) ulanmış yapıtın bozulması, bozguna uğratılması, kendini yıkması ve bunu göstermesi gerekir. Ve bunu yaparken de her nasılsa yapıt olarak kalması... Ne için, diye sorulabilir. Her şey anlamsız, saçma, demek için mi? Hayır, yanılsamalarımızın, dünyadan yansıtılmış kendi imgelerimizin çamurdan alınıp arındırılması, yükseltilmesi, kendimizi daha geniş evren bağlamları içinde yeniden imgeleyebilmemiz, tasarlayabilmemiz, yani gelecekteki 'insan'ı hic et nunc devşirebilmemiz için.


*

Yapıbozumu fiziksel olarak imleyenörnek olarak Dünbatımı Defterleri'nde zaman sıkıştıkça, yazma eyleminin zamanla yarıştığı ve yetişmeyecek korkusu ve atağının yaşadığı son güne yaklaşıldıkça artan yazım yanlışlarını verebiliriz. Metnin düzenlemesini yapan, gösteren kurgu-yazar da bunu başlangıçta imler. Ama yayıncı (burada Kırmızı Kedi Yayınevi) okurun algısına ilişkin kaygı duymuş, bir göze alımı (risk) üstlendiğini düşünmüş olabilir. Çünkü ciddi yanmetin3 gerektiren bir sunum söz konusu. Sonuçta biz okurlar yazıyı (metin içinde metni, oluntuyu) kaleme alanın tinsel sürecini, her şeyin biteceği sonun hızla yaklaştığını metindeki fiziksel bozgunla da duyumsarız. Bilinci bulandırarak, bilincin akışını bozarak yapmak, bir anlıksal (zihin) bozgunu yansılamak yerine Yıldırım, bedensel (fiziksel) bir bozgunu, yorulan bedenin denetiminden kaçan yazım yanlışlarını arttırarak somutlaştırır. Fiziksel etki ve gerilim yaratır okur üzerinde romanın alt başlığını doğrularcasına ('Edebi İçtimai Cinai Tıbbi Bir Kolaj'). Mürekkep dökülmüş ya da okunaksız bölümlerin noktalı satırlarla ya da boş geçiştirildiği sayfalar da bir üst düzlemde, yani uzman kurgu-yazarın sonraki düzenleme çalışmasında son metne (roman) yansıyan görsel, biçimsel, hatta fiziksel gönderimler olarak aynı tinsel durumu, davranış ve dilin denetimden çıkışını belgeleyen kanıtlar olarak değerlendirilebilir: "Tıpkı Tristiram Shandy'dekiönlü arkalı siyah, daha sonra ise dikkatli okurun siyah sayfalarla ilişki kurarak bakacağı, bir anlamda okuyacağı çevrilecek ebru desenli sayfalar gibi..."4Ayrıca flamenco dansı yapan çift çizimi (romandaki tek görsel) yapıtın en önemli (kritik) anlarından birine okuru yönelten, yoğunlaştıran bir işlev taşır.


İki örnek verelim:


"Artık yarın hem tesettür konusuna, hem de parmaklarımın tuşlara dokunmasına izin vermeyen hatıralarımdan biri olan babamın vefatına ve emekli edilme sürecime değinirim. Hiç kuşkunuz olmasın, o hadiseleri yazarken iyice öfkelenmem mümkündür. Böylece belki son dönemde yaşadıklarımı biraz olsun unuturum." (HBA, 86)


"Eğer bu odada bir kamera olsaydı ve yazarınızı sizler için izleseydi; bu olumsuz durumu yeterince saptayamazdı ama ceketini, ayakkabılarını ve vakit kaybı saydığından çıkarmamış olan ezik büzük, daha doğrusu dağılıp saçılmış adamı ve onun duvara vurmuş Gölgesini de kayıt altına alırdı.


Hem de iri ve titrek bir kambur olarak!" (DD, 362)


*

Öte yandan yapıbozumu kurgusal (yapısal) düzeyde, romanın yazılma amacına bağlayarak da iki örnek çizgi üzerinde izleyebiliriz ve bu kurgusal yapıbozum, özellikle son dönem yapıtlarında öne çıkan ama yazarın genel eğilimi olarak görülebilecek önemli bir (poetik)özelliktir. Geçmişten günümüze yazardan okura genel bir uzlaşmaya dayalı olarak yaygın kurgu düzenekleri, zaman içinde yerleşikleşen, kurumlaşan bir anlayışı, çok az ayraca (istisna) örnekle tartışmaya almıştır. Durum birkaç yüzyıla dayanan yerleşik bir sanatsal algı(lama) yapısını bir biçimlendiriciye, kalıba (şablon) bağlamış da oldu. Her ne kadar kurgu (öyküleme) zamanda, uzamda, ilişkiler, söyleşimler ve anlatıcılarda beklenmedik (sürpriz) uygulamaları öne çıkarsa da çift yanlı algı süreçleri usun genel algı çerçevelerine yine de bağlı (sadık) kalarak, boş bırakılan, çapraz ya da karşıt yönde ilişkilendirilen uzam, zaman, kişi ve anlatıcıları doğru (!) yerlerine atamışlardır. (Kurgunun -düşlemsel- kurgusu.) Oysa insanlık durumunun tikel örnekleri hele günümüzde bu genel çerçeveleri de zorlamaktadır ve İbrahim Yıldırım'ı yazmaya zorlayan sonul (nihai) durumlar, açmazlar söz konusudur. İnsan kendini ağlatının ağlatısı (trajedi), çatışkının çatışkısı (dram) ya da güldürünün güldürüsü (komedi) içinde birebir, katışıksız biçimiyle bulamamakta, dolayısıyla uzlaşımlı insan(lık) genelinde kavrayamamaktadır. Durumlar, yerler, zamanlar, ilişkiler ve anlatılar yerinden olmuş ya da birbirlerinin yerine geçmiş, ayaklar baş, başlar ayak olmuştur. (Neye göre?) Zaten yazarımız da bunu söyleşisinde şöyle belirtmiş:"Dünbatımı Defterleri'ne tepkisel bir atak ve yeni bir yoklama denilebilir."5

Böylece yeni(den) ve özgül bir açıdan yaşadıklarımızı kavrama çabası çatışkılı kurmacanın (dramatizasyon) yerleşik biçimlerinin yıkımını da gerektirmiştir. Üstelik yıkım bir fanfar, bir şenlikle de görüntülenir. Babil Kulesi söylen (efsane, mit) tini tüm yapıtı kuşatır ama bir ayrımla. Yıkımın arkasından kurtuluş gelmeyecek, yıkılış, yazarın, kurmaca-yazarın, anlatıcının, anlatılanın, yazının (roman), okuyanın hep birlikte bozgunu (bir anlamda ölüm) ile kapanacaktır. Oysa şenlik (karnaval) ya da kıyametin bir arkası hep vardır, oldu. Zaten şenliği, kıyameti ancak bu durum, yani arkadan gelecek olan olanaklı (mümkün) kıldı. Yıldırım ise daha umutsuz bir yıkım yaşatır herkese, kendisi de içinde olmak üzere. Çünkü ölüm ölenle birlikte dünyanın, dünya imgesinin de kapanması demek. Ama şimdi tam bu aşamada yorumu tersine çevirmek ve Yıldırım'ı ikinci kez okumak, anlamak gerekiyor. Bu nihil, anarşist yıkım aynı zamanda (kurgusal) bir ağıt, bir yas siyasetiyle el ele. O zaman anlamamız gereken şey, ağıt ve/ya yasın şenliği (delilik) de kucağında bulan, gülünç olduğunca onurlu dirilişle nasıl bir bağı olduğu ya da olup olamayacağı. Yeniden doğuşun, 'nevruz'un şarkısını, esintisini yapıt içerisinde boşuna aramayacak ama tüm ölümlere karşınölümün arkasından (var)kalmayı sürdüren anlatının, onurla can tutmuş sözün, ağıt ve yas içerisinde köklenip filizlendiğini anımsayacağız. Özellikle, 'anımsayacağız' diyorum. İnsan daha önce de (hep) öldü ama yaşam birlikteölmedi, yitip gitmedi, sürdü. Ağıt, yas; anımsama, yaşatma çalışması, işletimi, tazelenme, dirilme törenidir. Sanatın genel işlevi bu umutsuz umutla doğrudan ilgilidir ve ölümü anlatan en sert, umutsuz sanatsal dışavurum bile bir diriliş, yeniden doğuş çağrısı (müjde) sayılmalı. İbrahim Yıldırım için öncelikli konu, dehşeti, saçmalaşmasının en derin yerinden, cehenneminden, tüm tanımlı kimyaların, seçkin dillerin, çıkar ve konumlarla pekişik dünyalık durumların çözüldüğü, atomların bile parçalandığı çukurun dibinden, insan(lığ)a nanik yaparak göstermek, ağlamaktan ve gülmekten bileşik tuhaf tepkilerimizi, karikatürlerimizi, kâğıtta yansıyan gölgelerimizi (Bkz. Platon ve mağara değişmecesi.) görünür kılmaktır. Çok güvendiğimiz ve kendimize pek yakıştırdığımız tepki verme biçimlerimizi yerinden oynatarak, tüm sınıflandırmamızı alaşağı edip kendi gülünç imgemize kaçamaksız tanıklık etmemizi, üstlenilmiş tüm kalıplı davranılarımızın (gestus) insanı ağlatacak kerte gülünç vurgulamalarını, imlenişlerini, geçiciliklerini, vb., anlamamızı sağlamaktır.

Okurunu bir sona taşımaya, bir olayı yürütmeye kandırdığı (ikna) metin dönemeçlerinde peşine takılan okur olayın yürümediğini, asla yürümeyeceğini, anlatıcı kahramanın olay yürümesin diye anlatıyı döngüye bağlayıp kezlerce saptıracağını gördüğünde önce düş kırıklığı yaşayacak, okuma amacını yitirmiş duyumsayacaktır kendini. Yazarın derdi ne? Olay neden yürümüyor, aslında başlayamıyor bile? çünkü her döngüde, başa sarmada başlangıç da bildiğimiz başlangıç olmaktan çıkıyor. Anlatıcının önceki aktarımında eksik kalan, ikinci, üçüncü... döngüde tamamlanarak ama son biçimini de almadan, askıda, boşlukta bir başlayamayan ve belki bu nedenle bitemeyen, saçma biçimde izi sürülemeyen bir tekerlek yol boyunca dönüyor ama çektiği araba bir yere gitmiyor, gider gibi yapıyor ama gitmiyor ya da gitmek istemiyor. Altbaşlığın klasik okurlara taşıdığı kışkırtıcı heyecan beklentisi kasıtla kırıla kırıla yok ediliyor ve romanın umutsuz iç döngülerine ayrımında olmadan ayak uyduruyor. Bu özdevimsel (otomatik) tinsellik paylaşımı sayılsa yeridir. Romanın anlatıcı kişisi onu özkıyıma sürükleyen geçmişindeki önemli yaşam dönemeçlerini arka arkaya birden çok yoruma uğratarak, önceki izlenimi sonraki adımda yeniden içerikleyerek bir tutarsızlık izlenimi vermekle kalmıyor, romanın da (türel bağlamda) ilkelerini yıkıma uğratıyor. Çatışkı (drama) olgunlaşıp doruklaşamadan ve iyi ya da kötü bir sona ulaşamadan yeniden tanıma alınıyor, bundan hem tinbilimsel bir sonuç doğuyor (yadsımalar, yüceltmeler, takıntılar, saptırmalar, vb.) hem de tüm bu yapısal (yaşamsal) bozgunun sonunda gerçeklik kendini nasılsa öyle (olduğu gibi) sunmuş oluyor, yazarın bizi sürecin aracısız gerçekleştiğine inandırma yönündeki yeteneğine parmak ısırttıracak kerte. Yerinden edilmiş toplumumuzun yerinden edilmiş bireyleri olarak (gerçek ya da gerçekdışı yazarlar, anlatı kişileri, okurlar) kendi doğrultusunu, öyküsünü, sözünü yitirmiş şaşkın tavukluğumuza içimiz acıyarak, gülmekle ağlamak arası tanıklık ediyoruz. Beklenir ki Dünbatımı Defterleri'nin anlatıcısı Aşil Emin Baş ören yaşamı içindeönemli sarsıntılı (travmatik) dönüşleri izleyerek, dizerek, onu özkıyıma götüren süreci bizimle paylaşsın ve biz de bu öyküyü benzerlerinden ayıran şey üzerine düşünüp, beğenelim ya da beğenmeyelim. Oysa bir insanı gerçekten umutsuzluğa veölüme sürükleyecek yeterli nedeni olan Aşir (çocukken ailesini kazada yitirme, çocukluk aşkı Artemis ablayı yaşam dostu doktor Muvaffak'a kaptırdığını sanma, Muvaffak'ın özel yaşamına her şey sona ermişken beklenmedik, yıkıcı tanıklık ve kişisel yaşam kurgusunun baştan sona bir kez daha yanlışlanması, vb.) güvenilmez bir aktarım içinde, kendi yaşam yanılsamasını roman kurgusu (İbrahim Yıldırım) üzerinden hepimizin yanılsamalarına dönüştürür. Artık anlarız ki kendi yaşamımız da böylesi büyük bir yanılsamalar zinciri olabilir ve büyük olasılıkla böyledir. Yanlış algılarımızı üst üste yığarak yanlış yapılar oluşturduk ve yaşadıklarımızı tek bir açıklamaya, biricik içeriğe taşıdık. Buna kendi öykümüz dedik, savunduk. Sonra bir roman bize kişisel yaşam kurgumuzun ve başvurduğumuz tüm o özyaşam öyküsel imgelerimizin nasıl da yanıltıcı, çarpık olduğunu bir yaşam örneği üzerinden yansılayarak gösteriyor. Aşir'in son yitiği (kayıp) ve istemediği tanıklıklar önüne sandığından bambaşka seyretmiş, yaşanmış tüm bir (öz)gerçekliğin ipuçlarını koyduğunda artık çok geçtir. Ne kediler ne Zeyrek ne öldürdüğü Şişli'deki apartman yöneticisi ne Artemis ne de Muvaffak geri gelecek, yaşam onarılabilecek ya da yeni baştan yaşanabilecektir. Hayır, yaşam bir büyük yanlış anlama, yanılsama olarak sürdü geldi, ağırbaşlı, ciddi sanılan akışına gülünç mü gülünç şeyler katıştı, sevinçler kursaklarda kaldı, düşünceler tam yarılarından koptular, düşlerse yanlış görülmüş düşler olarak bir anda uçup gittiler. Bütün bu söz kalabalığı özünde şunu söylemek içindi. Aşir Emin Başören hiçbir acısını sonuna dek, doya doya yaşayamıyor, taşıyamıyor. Hepsi elinden tek tek alınıyor. Son tutunma noktalarını yitiriyor. Yazarı, en yukarıdakini yine de acımasız biri diye suçlayamıyoruz. Çünkü çuvaldızını dönüp kendine batırıyor sanki: Dostum Aşir, seni ben var ettim, başka türlü değil, böyle. Hoşnut olman için bir neden yok, biliyorum. Ama bakarsan, benim de senden farkım yok. Hemen hemen aynı öykünün, anlatının kişileriyiz. Yazar oluşuma bakma. İç içe çemberler... Ben de senin kadar yanıldım, yanılgılarıma bağlandım, tümüne yaşamım dedim, ayıldığımda çok geçti ya da bu romanı, seni anlatan romanımı, belki ötekilerini de yazamasaydım, çok geç olacaktı. Sayende yazgını paylaşmaktan kurtuldum. Kurtuldum mu, aslında belirsiz. Çünkü yazmak dediğim şeyi bir yanılsama olmaktan çıkaran gerçekliğin dışında, büyük olasılıkla altındayım. Ben ve başkaları, hiç kimse bilemeyecek bugün ve gelecekte, düşümde Dünbatımı Defterleri adlı romanı yazan İbrahim Yıldırım'ı görüp görmediğimi.

Adı geçen söyleşide 'yazara ve yazın dünyasına dokundurması şöyle Yıldırım'ın: "Son romanımdaki anlattığım yazar kişi ise müesses edebiyat nizamını şaşırttığından saldırıya uğramış, bir anlamda yenilgiye uğratılmış, cephe gerisine itilmiştir... Benim anlattığım kişi ise, farklı düşünce ve ideoloji gruplarının tepkisini çektiğinden ve onların gelenekselleşen, kanunlaşan kavramlarını sorguladığından oyun alanının dışına atılmıştır."6

Böylece daha genelleştirilmiş bir yargıyla demeli, diyebilmeliyiz ki 'karmaşa' (kaos) değil belki sözcüğün tüm yüklü anlamlarında 'güldürü' (komedya), 'yanlışlıklar güldürüsü' sürmektedir. Bu güldürü yalnızca kendi türümüz için geçerlidir. Yalnızca insanlardır kendi doğru yeri ve zamanı olmayan, yitirmiş tür. Bu nedenle anlatan (öyküleyen) bir türe dönüşmeleri, dillenmeleri gerekti. Bu onları elbette yanlış yapmaktan korumadı, tersine. Yanlış böyle, anlatılmaktan, doğdu: şeytan ve arkasından tanrı. Yanlışı yapıp tanrısının kapısında akladı kendini türümüz, yine yanlışına, olmadık yerin ve zamanın şarkısını söylemeye, başa dönebilsin diye. Yerini ve zamanını aramanın epiğini yarattı ağılı diliyle ve kendine tanıklık etti. Ötekini yanlışlamak için kendini doğruladı. Öyküler birbirini tutmadı, asla tutmayacak. Bu yüzden güldürüden söz ediyoruz, bu yüzden daha yanlış yapmaya, gülünç olmaya yargılıyız. Geriye sarmamız, başa dönmemiz, kendi ilk ve doğru yerimizi ve zamanımızı bulmamız olanaksız. Bulmalı mıyız, tartışılabilir. Ama yine de olanaklı bir şey var. Belki güldürü bir gün gelir oyuna dönüşür ve tabii ki bunun olmazsa olmaz koşulları var. Dünyanın önünde eşitlenmek gerekiyor önce, ki oyun yalnızca oyun olabilsin. Böylesi bir oyunun koşulu da sanat. Sanat, içler acısı, sefil güldürümüzü görmezden gelemeyeceğimiz yerde ve zamanda karşımıza getirir, bakmaya zorlar bizi. Kendimize bakmaya... Kahkahalar atarken yaşarır gözlerimiz: Her şeyimiz yanlışmış... Yanılmışız. Yanlış anlamış, yanlış yapmışız, adına tarih demişiz. Kim yatıştıracak tarihi? Yaraları kim saracak? Bunun için soytarılar, deliler, çılgınlar, cadılar, çocuklar, sürekli anımsatıcılar, yaratıcılar... Don Quijoteler, Aşir Emin Başörenler gerek.


*

Bu uzamış bölüm Yıldırım romanının biçimsel dışavurumu, söylem kiplerinin kestirileceği üzere karmaşık ve oldukça varsıl (zengin) olduğunu yeterince göstermiş oldu. Bir söylem çözümlemesi yapmaya ayrıca gerek yok. Yukarıda yeri geldikçe değindik. Bilinç ve altı-üstüyle bilincinötesi de çevrimsel, dolayımlı, sarmal bir dil akışında (aynı zamanda akışmazlığında) yankılanır. Metin anlık (zihin) sıçramalar, atlamalar, kesintiler, kaydırmalarla ilerlediğinden dil de bu akışı yansılar. İçsel ve dışsal (yazısal) anlatım düzeyleri kakışır, geçişir, geleneksel onamalardan (kabul) taşan biçimler, biçimsel yapılar okuru zorlar. Yapılmak istenen bu olduğu için, onamalar, doğrula(n)malar vb. tartışmaya alınabilsin, aykırı ya da sapkın bilinç evrensel güldürümüzü görünür kılabilsin diye, hızlı darbelerle arka arkaya algımıza çarpan çağrışımlar seli, bireye özgü tüm tinsellikleri bir dizi yerineleme ile açığa çıkarır. Bitmez tükenmez bir doğrulatma, anlatma derdi yanlış olanı yalnızca göstermekle kalmaz, tümözürleri, gerekçeleri ayrıca geçersiz kılarak süregiden insan(lık) açmazının ezici gücünü de kanıtlar. Tinsel tüm savunma düzenekleri devreye alınmış, tinbilim (psikoloji) de kendini açıklama olmaktan ıskartaya çıkarmıştır.

Roman (İbrahim Yıldırım romanı) yatayın dikeye başkaldırısı diye tanımlansa yeridir. Yeraltı insanının yer düzeyinden dikey dayatmalara, erk gösterilerine karşı çıkışının dilsel seyri eğretilemeden çok düzdeğişmeceli bir dil kullanımını öne çıkarmıştır. Roman kişisinin yer açıları içinden algılanan dünya, ezici, grotesk bir dünyadır ve yukarıdan bastırır (toprağa). Aşir Emin Başören kentin taşrasında (eski mahalle, Şişli'de bodrum katı, sokak, kaldırım ve erik ağacı, kediler) iki boyuta zorlanan yatay bir devinimi simgeler. İki boyutlu düzleme bastırılmasına karşı çıkar. Sınır kavramını yadsır. Sınır dışı edilir. Sıfır (0) düzeyinde, toprak ve altına, yaşarken ölüme yargılıdır.

Dili de giderek yükselti (rakım) yitirir. Ağırlaşır, bozulur. Sözün bittiği yerde tortulanır. Biçim genel çözülmeyi, bozuşmayı yansılar.


Söylediklerimi kanıtlayan birkaç alıntı:


"Zihin bu be kankalar, atlayıp zıplamayıp da ne yapacak. Üstelik makine mi o." (HBA, 136)


"Bu arada yazdıklarımı okuyanlar arasında keşke kendi denizinde kaybolsaydı veya mermiyi makine Kimya Kırıkkale'nin namlusuna sürseydi de bu eziyeti çekmeseydik
diyenler olacaktır... İnanınız içtenliğiniz riyakârlığa dönüşmediği sürece bu tür milli salvolar beni tedirgin etmez."
(DD, 136)

"Candino azönce dört kez boğuk boğuk gonglayıp bir kez tınladı: Saat 17.03..." (DD, 139)


"Amacım belirsizlikleri budanmış, hatalarından arındırılmış, haşere denilebilecek zararlıları temizlenmiş, ferah ve yalansız dolansız bir metin"


"Gerçi kusursuz roman yoktur." (DD, 200)


"Çünkü az önce gizdeş yaşantı şairlerinden söz ederek metni yine yoldan çıkarttım, böylece bir başka kaçak yapılanmaya daha neden oldum." (DD, 204)


"Demek istediğim şu: Hayat, dün ve yaşanmakta olan andır. Sonrası belirsiz olan yarın'dır, bilinmezdir; neler olabileceğini ancak kader bilir... Yazarınız aynı
kanıdadır: Onun için edebiyat; iyi ya da kötü, hatta lanetlenmiş olsa bile dahaönce yazdıkları ve kalem elindeyken, bazen çakıl çukul; şimdi olduğu gibi bazen yamalı bir yolda uzayıp giden satırlardır.../ Benzetme pek iyi olmadı..."
(DD, 264)


"Evet daha fazla yoldan çıkıp edebî anlamda kötü yola düşmemek için daha dikkatli olmalıyım. Aslında şimdiye kadar yazdıklarıma göz attığımda çok sayıda yan
yola sapmış olmama karşın; her defasında menzile varacak güzergâha çıkmayı başarmışım. Ancak bir katil olarak bu tür şeyler benim için çok daönemli olmamalı, ama yine de iz bırakan, herkesin tanıdığı nasıl derler popüler bir katil-yazar olarak hatırlanmalıyım. Ayrıca kendime yalnızca pazartesi gününe kadar süre tanışmışken dağılıp konudan konuya sekip ahmaklık etmem çok yanlış olur. Hele koridorda kokuşmaya başlamış bir ceset varken, olacak şey değil bu..."
(DD, 284-5)


"Lütfen bu söylediklerime mim koyun, çünkü bu tür atlamalı çapaçul acelecilik okur-yazar yoldaşlığına yakışmaz ve beniöyküden dışlamak anlamına gelir. Her ne
kadar Rafetöküzüne göre abullabut bir Zeyrek'li olsam da ben, özünde ince -incitici- içinize işleyecek şeyler yazmaya çalışan biriyim
." (DD, 307)


"Yaz gelmeden her şeyi / kalem sürçse mürekkep sıçsa, zihnim seke seke sendelese de/ bitirmeliyim. Fakat yoruldum." (DD, 334)


"Galiba yazmayı sürdüremeyeceğim: Mecalim kalmadı, parmaklarım uyuşmak üzere. Bu halimle tetiği çekip bu sayfayı doldurmam 350 sözcük yazmam bile olası
değil:özür dilerim baba.......


.................................


................................." (DD, 339)


Kişiler (Karakter)


Karakter sözcüğü tuhaf kaçıyor çünkü İbrahim Yıldırım'da bir karşı (anti)-kahramandan bile değil uyumsuz, ayak uyduramayan kişiden söz etmek gerek. Kişi bu durumu başından bilinçle istemiş, yeğlemiş değildir. Ama öyle ya da böyle kendinden anladığı bir öyküsü olmuştur veöyküsünün çevrelortamını (ekosistem) korumaktan, geçmişini tüm yoksunluk anlatısıyla üstlenmekten başkaca bir beklentisi yoktur. Her şeyi öylesine yitirmiş ve yanlış anlamıştır ki düzen onu ancak bir taslak (müsvedde) olarak görmekte, iğrentiyle aşağılamaktadır. Ama önemli olan, onun, içinde yaşadığı düzeni, dünyayı nasıl gördüğüdür. Uyumsuz gözü, contaları gevşemiş, patlamış algısı ve bilinci, ondan beklenebileceğin tersine düzenin ipliğini pazara çıkarır, sahteliğini, kofluğunu, niteliksizliğini görünür kılar, hatta içimizi sızlatarak utanç duymamızı sağlar 'insanlık' dediğimiz şeyden, kendimizden. Sayesinde çırılçıplak dünyayla ve onun gidişi, yapıp etmeleri ile sarsıcı biçimde yüzleşiriz. Bir bulantı (Bkz. Jean-Paul Sartre) yaşatmaz bize ama yaşattığı şey daha derin bir sarsıntı, kırılmadır (travma). Toplumsalla, insan insana ilişkilerle seyreden, git git azalan, tükenen, acınası ilişkiler, içinde gerçekleştiği uzam-zamanda yankılanır, tek olaylarda patlar. Bu düzeysiz, ekinsiz (kültür) ilişkiler cehennemi döner ortamını da üretir ve nicelik niteliği omuzlarından bastırdıkça bastırır. Her şey arka arkaya düşer, yitirilir. Uzamlar, nesneler, anılar, imgeler uzam ve zamanlar arası yolculuklarından yuvarlanır, kişi geçmiş yerleri, zamanları ve taşıdıklarını bugüne, şimdiye iliştiremez olur. Boşluklar, açıklıklar büyüdükçe büyür. Geçmiş, günün diliyle zorlanarak, şiddet uygulanarak yeniden biçimlendirilir, kurulur ve İbrahim Yıldırım'ın kişisi, en azından kimi kendince varsayımlara, açıklamalara bağlanıp oradan kendine olumsuz da olsa bir yaşam kozaladığından, geçmişinde doğrudan deneyimlediği uzam-zaman-nesne-ilişki tümlüğünü hızla yitirir, yeni dünya düzenleri içerisinde görece öz yurdu parçalanır, kozası delik deşik olur, iyot gibi açığa çıkar. Dili, sesi, bakışı çift anlamlı bölünmeye uğrar, terslenir, kendine döner, hatta önüne düşer, kırılır. Artık onun bu kent içinde bir yeri, uzamı yoktur, geçici, şimdilik sığındığı son yerden başka. Güncelin zamanı onu dışlamamışsa bile köşeye sıkıştırmıştır. Varlığı sorununu çözmeye yetmez. Çünkü artık sorununu ele geçiremez durumdadır. Çünkü onun satın alabileceği, kendini onunla tasarlayabileceği nesneler, varlıklar artık yoktur, hızla ve hırsla yok edilmiştir. Bir tür Janus (iki yüzlü) gibi yaşamak zorunda kalır. Bir yüzüyle bu dünyada yaşamını sürdürmek, ötekisiyle kendine özgü saydığı geçmişi korumak, yaşatmak... Elbette gidebildiği yere dek. Ülkemizde, kentimizde çoğumuzun iç çatışma olarak deneyimlediği şey tam da budur. Bizler nerede, hangi zamandayız? Kimiz? Biz derken ne anlarız? Yaşadığımız kentlerce kusulan safra gibiyiz, itip kakılan, sürgün edilen, boca edilenleriz.

Tepkimizi son bir atılışla dile getirmek, eyleme sürmek istersek neredeyse tek seçeneğimiz vardır: Don Kişotluk. Yitirenlerin az olmadıklarını, birlikte tarihsel güç olacakları umudunun yerlerde süründüğü, usun kısa, günübirlik tepkilere sıkıştırıldığı, siyasetin ayraç içine alınarak tek başına kalmışlığımızın doğallaştırıldığı pis (karşı-) siyasetin aslında bu geçici evresinde; tası tarağı toplayıp, Rosinante olmazsa ağaç dalından bir atın üstünde sefere çıkarak yaşamlarımızı o güne değin içeriklediğimiz ama sonra bize karşın hiçlenmiş, yok edilmiş yitip gitmiş bir dünyanın öcünü almak, Dulcinealara, Muvaffaklara, Artemislere olanaksız kavuşma umudunun avuntusuz ateşinde yanıp kavrulmaktan başka seçeneğimiz yok. Buna ölüm seferi, yersiz yurtsuzlaşmış onurun son seferi, son başkaldırı (isyan) diyebiliriz. Geçmiş özlemi (nostalji) bu insanı açıklayacak duygu değildir, belki bir parçasını oluşturabilir. Daha büyük bir sorun söz konusu. Geçici ya da kalıcı bir bilinç kayması da yeterli açıklamayı vermez. Ama tümünden doğabilecek sonuçlarla buradaki fotoğraf yine de örtüşür. Arkasına hangi öyküyü doldurursanız doldurun. Yıldırım bir yazar olarak kendini hiç yanıltmadan, kandırmadan payına düşen Don Kişotluğu üstlenen ender yazarlarımızdan biridir. Gösterdiği, imlediği kişi (karakter) öylesine önemlidir ki bana göre yazınımızın belirtgen kişilik (tipik karakter) yaratmak sorununun yazınsal çözümüne en yakın duran kurmaca kişilerden biridir. Demek ki tarih genişleyen çevrimleri boyunca yinelemese de yineliyormuş gibi belirti, izlenim verebiliyor. Zamanın tini aynı zamanda tüm zamanların tininin izdüşümünü taşır.

Roman kişisinin takınaklaşan anlığı (zihin) döngüsel, yinelemeli bir akışı kaçınılmaz kılar. Sanki anlatı aynı söylemi, açılama ve anlama çabasını bıktırma kertesinde başa sarmaktadır. Öyledir de ve bunun yazınsal beceriyle değil zamanın tiniyle, yaşadığımız dünyayla ilgisini gözden kaçırmamalıyız. Örneğin Yaşar Kemal'in dev yapıtının devasa döngülerini, yinelemelerini çok başka bir bağlamda çözümlemek gerekir. Sorun yazarın yapı çözüm önermesiyle sınırlı değildir. Dünyanın, kişinin (karakter) dünyanın oylumuyla (hacım) yüzleşmesinin bir sonucudur döngüsellik ve çok başka yazınsal sorunlara ve çözümlere aracılık eder, karşılık gelir. Eğer bireyin önünde evren, çevren, coğrafya sonsuz açılımlarıyla beliriyorsa sonsuz uzam-zaman içinde yinelemeler kaçınılmazdır. Hatta artık kişinin dünyayla kesişme biçimleri, söyleme-eyleme biçimleri bile kaçınılmazca kalıplaşır. Bakış açısı ve kapsar kümesi genişledikçe benzerlikler artar. Yaşar Kemal için çalışmamda irdelemek istediğim konulardan biridir bu. Buna karşın daralan, dağılan ve uzam-zaman başvurularını (referans) yitiren kentin insan bilincindeki yansıması parçalanma, nesneleşme, bütünü yitirmedir. Öylesine ki çokluk aynılaşma olarak yankılanır anlıkta. İşlevi çok gerilerde bırakan nitelikleriyle donatılı (tüketim) nesneler yığını, kişiyi kişileyen uzamsal-zamansal yerlemlere (koordinat) dönük tanımları dağıtarak, her nesneyi karşılayan (arzulayan) kimliksiz bir çokluk, ortaklaşmış (anonim) bir sanal yankı düzeyine indirger insanı. Bu nesnelerce çoklanmış insanın takınağının, döngülerinin ve yinelemelerinin kaynağı artık benzer nesnelerin geçit törenine koşutluk, nesneler sırası ya da arasında bir nesne olarak konumlanma ve tanımlanmadır. Bilinç ayırt etmekte, vurgu yapmakta, öncelemekte, kişileştirmekte artan oranlı zorlanır. Yani aslında özne olarak kalmayı savunmak Don Kişotça bir savaşım gerektirir. Yıldırım'a özgü yinelemelerin kişilerinin parçalı öznelikleriyle ilgisi olduğu açık. Özne sonsuz parça-nesne dizilerini karşılamanın, tümlemenin, bütünleşmelerinden içerik çıkarmanın olanaklarını yitirmiştir. Kendini kurtarma, dünyayı anlamlandırma yönünde her atılımı bir darbe daha almakta, yere serilmektedir. Ve anlatı yere serilmenin ve yine ayağa kalkmanın, yine yadsımanın döngüselliği ile artık yerden kalkılamayacak sonla bitene değin sürecektir.

Öyleyse daha önceki kişileri gibi örneğin Refik çelebizade (Hüznengiz Bir Arabesk) gibi Aşir Emin Başören de (Dünbatımı Defterleri) uyumsuz bir 'barbar'dır. Yurdundan edilmiş, göçerliğe zorlanmıştır. Kentin (İstanbul) yeni bölgesinin, apartmanların (Şişli) barbarıdır. Çocukluk arkadaşı Dr. Muvaffak'ın emaneti Artemis Abla'nın gömü töreniyle, Candido saatin altıncı gongunda balgam atar gibi tınn'lamasıyla, 'refakatçi' kedilerden birinin cama savurduğu patiyle, Halaskârgazi Caddesi'yle, Zeyrek'teki eski evin banyosu ve hamam cinlerini yine boğduk diye söylenen annesiyle, vb. kuşatılmış olarak şöyle yazar: "Sizler ne dersiniz bilemem; ama bence geçmiş, yaşanmışlıkları hatırlayan kimse kalmadığında kayıp zamana dönüşüyor: Ne hükmü kalıyor ne izi... İnsan ise öldüğünde değil, onu hatırlayan kimse kalmadığında bütün yaşadıklarıyla birlikte tamamen yok oluyor, adına soyadına yalnızca resmi defterlerde, mezar taşlarında rastlanıyor. Bazı mezarlar ise gerçekten boş, isim ve soyadı yazılı bir taştan ibaret oluyor... Hiç kuşkunuz olmasın, pek yakında çocukluğunun yaz akşamlarında eve sızan kıpırtılar, aksırık-tıksırıklar, tabii ki sarhoş naraları eşliğinde rüyalara daldığı -eski ev'ini- eski dün'ünü hatırlayıp anlatacak kimse kalmayacak... ve artık kimse, saba makamıyla okunan sabah ezanlarının ılık su buharı gibi kıyı bucak her köşeye usul usul sızdığı boş sadalarla uyanmayacak; kimse pencere çiçeklerinin salgıladığı gündoğumu kokuları eşliğinde güne sessizce gerinerek başlamayacak... Aranızda bu söylediklerime tanıklık etmiş, doyasıya yaşamış olanlar mutlaka vardır..." (18-9) Brkaç gün sonra canına kıyacak kişinin (karakter) sözleridir bunlar. Şunları da ekler: "Muvaffak'ın ve Artemis Abla'nın yanı sıra üçüncü ve yazılmış kişi olarak var oldum defterlerde.../ çünkü kendi dün'ümü batırdım..." (28)


Dünbatımı Defterleri'nde kişi ipuçları:


"Aslında huzursuz yaşamış birini, huzursuz sona ermek tedirgin etmemeli... Hayat nasıl yaşandıysaöyle biter, yazı da!.." (DD, 13)


"Fakat elveda demek için maalesef pazartesiye kadar beklemem gerekiyordu." (DD, 43)


"Ama elden ne gelir kaderim böyleymiş..." (DD, 80)


"Bence ölüm de kitabı taklit eder..." (DD, 236)


"Okuya okuya öldürün beni." (DD, 237)


"Umarım son yasım olur bu.


Son yazım mı demeliydim acaba?" (DD, 242)


"Akıttıklarım kedilere veda gözyaşları mıydı? (...) Ancak iyi ya da kötü yaşayamayacağı baharın, okşayamayacağım kedilerin hüznü öyle hırpalayıcı ki, sessiz sedasız olsa da gözyaşlarım sayfalara akmayı sürdürüyor." (DD, 278)


"Çok gergin, çoköfkeli, çok kederli bir geçmiş bırakacağım geride. Bu elem dolu dün'ü daha uzunözetleyecek olursam; sizlere Muvaffak ve Artemis Abla'dan beslenerek geçinen ortak yaşam canlısını küskütotunu ve kendimi yeme dönemimde olduğumu tekrar hatırlatmam gerekir..." (DD, 286)


"Ruhum çok acıyor dostlarım." (DD, 325)


"Belki de dün batmak istemiyor!" (DD, 356)


"Keşke bir Kırıkkalem olsaydı." (DD, 416)


"Bana da ona da çentik atılmıştı, ne ben ne de arkadaşım tamamlanamadık kurtulamadık sevdalarımızdan; tırlaya hatırlaya ve her hatırladığımızda acı çekerek yaşadık... ve sonunda Muvaffak tamamlanarak bitti. Ben ise yarım kalmış biri olarak bugün ya da yarın gideceğim..." (DD, 441-2)


"Kendi bildiğim gibi kederlenmiştim." (DD, 445)


"Artık üçümüz de aynı yerdeydik. Ben kenarda bir yerde duruyor olsam da çok yakında dün'ümün yanı sıra, ruhum ve bedenimle de anakonaklarıma katılacağım." (DD, 448)


Dil (Jargon)


Son olarak İbrahim Yıldırım'ın dil (Türkçe) siyasetine değinmek isterim. Birçok romanında öz Türkçe saplantısını bir örge (motif) ve gülmece (mizah) konusu olarak ele alan ve eleştiren yazarımızın ["Şüphelenmiş, hatta şaşırmış olabileceğiniz diğer hususa, yani dil meselesine gelince; Refik çelebizade dostunuz -birini Hüseyin'den öğrendiği iki söz kümesiyle söyleyecek olursa- katiyetle lisan faşosu değildir: Sözcük de yazabilir, kelime de (...)" (HBA, 29)] erken dönemlerinden beri bir Türkçe dili ustası olduğunu ve ustalığını kişisel,özgün biçeme (üslup) taşıyabildiğini belirtmek isterim. Bu onun yazınsal uğraşının (poetika) bir başka girişimi, tasarıdır. Dil nesnesine yapıtının imgesi ışığında ham gerecini tartar gibi bakan Yıldırım, dili işleme yordamını sonuçtan, gelecek yapıttan çıkarır. Yapıtın gerektirdiği dili gelecekten çeker ve kullanıma açarken en çok üzerinde durduğu şey bağlamsallıktır. Dil onda kusursuz, soyut, yansız bir taşıyıcı değildir. Toplumsal, kişisel bir yankılanma, kullanımı içinde gerçekleşen bir söyleme biçimidir. Dil onda toplumsallaşır, hatta biraz abartırsak alt/özel dile (jargon) dönüşür. Bunu dilbilgisel anlamından çok tek yapıt bağlamıyla, yapıtın tiniyle, ortamıyla ilişkilendirmek, anlamak gerekiyor. Dil yapıtın oyuncularından biri olarak girer sahneye. Yazarın genel tezini, önermesini sözel bedeniyle, tiniyle yansılar. Kişiler kişilikleriyle konuşur, yazarlar. Hatta fiziksel ya da tinsel kişilik ketlenmeleri de metnin yüzeyinde belirti verir. Bir yazar için oldukça yıldırıcı (riskli) bir tutum, dil siyasetidir bu. Amos Oz'da etkilendiğim bir uygulamaydı. Bizde de özellikle gerçekçi yazarlarımızın bazılarında vardır bu ama çok biçimsel kalır. Metnin sonunda imgeye dönüşebildiği bir yazı siyaseti kolay göze alınabilir bir şey değildir. En azından yayımı, özellikle de okur açısından...

Bir önceki bölümde açıklamaya çabaladığım çağrışımsal sapmalara dayalı döngüselliğin (Yazar şakayla karışık Hüznengiz Bir Arabesk'te 'fraktal' kavramını sıkça kullanıyor.) okuru kendiliğinden bir güldüren dil algısına zorladığını, dilin bu kullanımından doğan anıştırmalı gülmecenin metni duygusal olarak daha varsıllaştırdığını, ama sonucun her koşulda acılı, ağılanmış bir gülüşle noktalandığını belirtmek isterim. "Vah ki vah, babam vefat etmiş, Atıfet gitmiş, Dilcû dudağındaki sızılı tebessümle hiçbir zaman küllenmeyen kalbimdeki firak ateşini bambaşka duygularla alevlendirmişti."(HBA, 93) Sözcüklerin dibine vurmak, tozunu atmak, tütün çiğner gibi acı özlerine değin çiğnemek, onları soya soya, tüm duygusal, anlamsal içeriklerinden boşaltarak çırılçıplak ortaya çıkarmak ve gelinen yerde umarsız kala kalmak, yazardan okura belirlenen düzlemde ortak deneyim alanımızı oluşturur. Bunun elbette yazar açısından bir anlamı var. Hiçbir şey göründüğü ya da sanıldığı gibi değil ve şeyi görmenin yolu geriye doğru dilsel (sözcüksel) bir kazı çalışması olabilir. Ama çıkacak şeyin hakikat (!) olup olmadığı ve bu hakikatin karşısında bizim ne olacağımız, üzerinde derince düşünmemizi önerdiği konulardan biri kuşkusuz.

Dil metne aracılık yapar, metnin dünyayı göğüslemesine yol gösterir ama tersi de söz konusudur. Metin de dile aracıdır, onu yönetir. Bir eytişme (diyalektik), güldüren oynak, devingen bir dalga (sözcüğün çoklu anlamında) kıyılarımıza gelir dayanır, çarpar. İleri de gider. Dil özerkliğini, hatta bağımsızlığını yer yer duyurur (ilân). Metin akışından kopar, saçmalar. Özellikle dehşet anlarında, çıldırı noktalarında dil en 'hafifmeşrep', en 'yersiz' sürçmelere, sapmalara uğrar, sapkınlaşır. Sayfa 12'de örneğin, 'armudun sapı, üzümün çöpü' aktarımı gibi. Alt metin yazarı da saçmaladığının ayrımındadır, belirtir de bunu. Demek dil, insanaönceldir, şimdi buradaki insana kuşkusuz...

Böylece dil yaban seçimler, olmadık görünümler, sayısız oyunlar, yansılamalar (taklit), çarpıtmalar, düzey(siz)lemeler, vb. ile aynalanır ve bu oynak dil aynası içerisinde ortaya çıkan evren hem bize ait bir evrendir hem de başka bir evren. Bizler dilin hangi yanındayız, işte bu yanıtı zor, belki de olanaksız bir soru...

Metnin ve dil kullanımının biçimsel seçimlerine ise girmeyeceğim: Vurgulu ya da koyu (bold) sözcükler, sözceler: Candido, A yüzü, çıkış müziği, vb. Tümü işlevseldir. Romanı yeni, özgün, önemli bir romana dönüştürürler.


Örnekler (Saptama ve alıntılar):


Rafet Bey ve bükeleği... (DD)


Barfly-meygede günleri. (DD)


Mirasyedi azgınlığı. (DD)


Açık Gönül Ameliyatı. (DD, 297)


"Üstelik ben cinayet vakanüvisi miyim ulan!" (HBA, 26)


"Çufçuf da nereden çıktı kelime yumurtlayıcısı...


İpin ucunu kaçırdın be çelebi!" (HBA, 91)


"Hay Allah, Refik Abi bana fraktal akıllı demekle haklıymış galiba." (HBA, 168)


"Az önce saçmaladım mı acaba?


Olabilir, ama ne fark eder.


Üflüyoruz, gidiyor işte bizim tekne.


Hem de ortaya karışık, fraktal fraktal..." (HBA, 178)


"Afyonumun patlamasını beklemeden, aç karna, üstelik dolapta mahzun mahzun sahibini bekleyen anzarot kalıntısını tamamen dipleyerek yazdığım bu satırlar sayesinde kim olduğumu, sizlere ve kendime aynalı bir şekilde açıklamış olduğumu düşünüyorum. Dolayısıyla ne diyor bu adam, kim bu herif triplerine girip boğdurmayın kendinizi bana..." (HBA,193)


"Koptuk bir kere... Ah rakı, bana neler yazdırdın böyle." (HBA, 202)


"Hay Allah, yazarınız galiba ahmaklık etmekte direniyor: Daldan dala atlayıp, çoğunlukla yarım kalmış insanlarda görülen bir kösnümeyle -ve tabii ki- yarım yamalak bilgilerle aklı sıra kendini size beğendirmeye kalkışıyor. Bunu koridordaki manda leşini unutmak için yapıyor olabilir, ama inat edercesine böyle şeylere değinmesinin belki doğa üstü nedenleri de vardır." (DD, 64)


"Kedi barbarı öküzler!" (DD, 90)


"Sığır oğlu sığırlar..." (DD, 90)


"Minareden at beni! İn aşağı tut beni!" (DD, 144)


"işret fetret devri" (DD, 299)


"Aşır oğlum, mancırları aşır da gel..." (DD, 334)


Sonuç


Sonuç yok. Yazı sürüyor. Yazı boyun eğmeyecek.


Direniş sürecek.


Kaynaklar


  • Yıldırım, İbrahim; [Eylül'den Sonra 3.] Bıçkın ve Orta Halli. Cinayet, Ülke, Cinnet (2003, Roman), Yapı Kredi Yayınları, 2003, İstanbul
  • Yıldırım, İbrahim; Hassas Ruhlar, Şikayetçi Aşklar (2004,öykü), Can Yayınları, Birinci basım, 2004, İstanbul.
  • Yıldırım, İbrahim; [Vatan Dersleri 1.] Hal ve Zaman Mektupları: Vatan Dersleri (2006, Roman), Merkez Kitaplar yayınları, Birinci basım, Ekim 2006, İstanbul, 404 s.
  • Yıldırım, İbrahim; Vatan Dersleri 2: Ölü Bir Zamana Ağıt (2008, Roman), Turkuvaz Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2008, İstanbul, 262 s.
  • Yıldırım, İbrahim; Her Cumartesi Rüya: Aşk ve Mevt Tabirleri (2011, Roman), Doğan Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2011, İstanbul, 449 s.
  • Yıldırım, İbrahim; Nişantaşı Suare: Bir Monolog (2012, Roman), Doğan Kitap Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 188 s.
  • Yıldırım, İbrahim; Alçıtepe Ailesinin Son Ferdi: Dokuzuncu Haşmet (2015, Roman), Doğan Kitap Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2015, İstanbul, 247 s.
  • Yıldırım, İbrahim; İki Uzun Öfke: Hüznengiz Bir Arabesk: İki Uzun Öfke (2017, Roman), Doğan Kitap Yayınları, Birinci basım, 2017, İstanbul, 244 s.
  • Yıldırım, İbrahim;Dünbatımı Defterleri. Edebi İçtimai Cinai Tıbbi Bir Kolaj (2021, Roman), Kırmızı Kedi Yayınları, Birinci basım, 2021, İstanbul, 456 s.


EK:


İBRAHİM YILDIRIM YAPITLARI


öykü

Bir Cinayetin Ekonomisi

1986

öykü

Kumcul (e-kitap)

2000

roman

Eylül'den Sonra 1: Kuşevi'nin Efendisi

2000

roman

Eylül'den Sonra 2: Yaralı Kalmak

2001

roman

Eylül'den Sonra 3: Bıçkın ve Orta Halli: Cinayet Cinnet ülke

2003

öykü

Hassas Ruhlar, Şikâyetçi Aşklar

2004

roman

Vatan Dersleri 1: Hâl ve Zaman Mektupları

2006

roman

Vatan Dersleri 2:ölü Bir Zamana Ağıt

2008

roman

Her Cumartesi Rüya: Aşk ve Mevt Tabirleri

2011

roman

Nişantaşı Suare: Bir Monolog

2012

roman

Madam Samatya ve Diğer Şüpheliler

2013

roman

Alçıtepe ailesinin Son Ferdi: Dokuzuncu Haşmet

2015

ödül

Orhan Kemal Roman Armağanı

2016

roman

Vatan Dersleri (yeniden elden geçirilmiş)

2017

roman

Hüznengiz Bir Arabesk İki Uzun Öfke

2017

roman

Dünbatımı Defterleri. Edebî İçtimaî Cinaî Tıbbî Bir Kolaj

2021

söyleşi

Alacakaranlıkta Karnaval (Söyleşen: Rıza Kıraç)

2022


[1] Bu yazı Nişan-Mayıs 2022’de yazılmıştır.

[2] İbrahim Yıldırım; Dünbatımı Defterleri. Edebi İçtimai Cinai Tıbbi Bir Kolaj (2021, Roman), Kırmızı Kedi Yayınları, Birinci basım, 2021, İstanbul, 456 s.

[3] Tam bunu yazdığım sıralar önemli birkaç dergide İbrahim Yıldırım söyleşileri çıktı. Dahası, Rıza Kıraç imzalı Alacakaranlıkta Karnaval – İbrahim Yıldırım ile Uzun Bir Peşrev adlı nehir söyleşi yayımlandı Kırmızı Kedi Yayınları’nca. Bu yazı ne yazık ki söyleşi okunmadan kaleme alınacak. Hem iyi hem kötü diyelim.

[4] İbrahim Yıldırım, Hulki Aktunç’un öykülerinde dolaşan kediler, Egoist, 2013.

[5] İbrahim Yıldırım; İki Uzun Öfke: Hüznengiz Bir Arabesk (2017), Doğan Kitap Yayınları, Birinci basım, 2017, İstanbul, 244 s.

[6] Thomas Hardy romanı Orman Sâkinleri’nde (Çev. Taciser Belge, İletişim Yayınları, 1. Basım, 2021, İstanbul, s 145) genç kız Grace Melbury’nin safça ve umarsızca kendi kendine söylendiği gibi.

[7] Dikkatli okur, tüm yazılarımda olduğu gibi yazarın dilini çaktırmadan yansıladığımı ayrımsayacaktır. Ne gam!

[8] Jorge Louis Borges: Mavi Kaplanlar (Dantevari Denemeler-Shakespeare’in Belleği, Çev. Peral Bayaz Charum, İletişim Yayınları, 1. Basım, 1999, İstanbul, s.93).

[9] Ags.

[10] Ags.

[11]Dünbatımı Defterleri; Takdim, Zeyl ve Tahkim girişi arkasından 4 defter ve Defterlerde Adı Geçen Bazı Kişiler, Bazı Kitaplar ve Bazı Mekânlarla İlgili Notlar (s.451-456) bölümünden oluşuyor. Defterler ise şöyle: Birinci Defter: Nisan Normalleri (s.31-149), İkinci Defter: Herkes Kendine Göre Ölür (s.151-242), Üçüncü Defter: Yalnızlığın ve Kaygıların Kışı (s.243-356), Dördüncü

[12] Ags.

[13] Ayşe Eziler/ Zeynel Kıran; Yazınsal Okuma Süreçleri (1999), Seçkin Kitabevi Yayınları, Beşinci basım, 2021, Ankara, s.51-71.

[14] Ags.

[15] Ags.

[16] Ags.