Zeki Z. Kırmızı / Temmuz 2019

Javier Marias - Berta Isla

Marias, Javier; Berta Isla (Berta Isla, 2017),

Çev. Neyyire Gül Işık,

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2019, İstanbul, 427 s.


Yakından izlediğim, izini sürdüğüm bir yazar Marias. Yalnızca ülkesinin, Avrupa’nın değil, 21.yüzyıl dünyasının önemli yazarlarından biri olduğunu özellikle Yarınkı Yüzün’den (özgün dilde 2002-7) beri hep düşündüm. Bu kanıyı çevirilerden nasıl edinebildiğim sorulursa eğer, verebileceğim yanıt Türkçede hak ettiği çevirmenleri bilerek ya da bilmeden bulabilmiş olduğudur. Çevirmenleri ve Marias için gereken duyarlığı gösteren yayınevlerini (büyük ölçüde Yapı Kredi Yayınları) baştan kutlamam yerinde olur. Bunca Marias okuma ve yazma çabamdan sonra Marias’ın kendi okurunu da yarattığını, özelleştirdiğini söylemem yanlış olmaz. Yapıtıyla yarattığı okurun Marias’la dönüp buluşması Paul de Man’ı doğrularcasına söylemsel (retorik) bir şenliğe, karşılıklı tetiklemeler dizisine, kakışmalara, fanfara dönüşüyor kaçınılmazca. Ve belki de Marias’a yönelirken öncelikle bakacağımız yer de tam burasıdır. Başından beri yapmaya çalıştığım bu. Marias kurgusunda ayak diredikçe ben de kurgusunun kurgusunda ayak diremeyi sürdürüyorum. Çünkü aslında dünyalı iki kardeş, üstelik akran, dostuz biz.

Aşağıda Javier Marias’ın yapıtlarını sıralıyorum. Ayrıca yazar için daha ayrıntılı bir okur kaynakça çalışmamı www.okumaninsonunayolculuk.com , Kaynakları Okumak-Dünya Yazını Kaynakları bağlantısından görebilirsiniz.


TÜR

ÖZGÜN AD

İLK YAYIN

TÜRKÇE AD

TÜRKÇE YAYIN

roman

 Los dominios del lobo

 1971

roman

 Travesia del horizonte

 1973

 Ufkun Öte Yanı

 2000

roman

 El monarca del tiempo

 1978

 

 

roman

 El siglio

 1983

 

 

roman

 El hombre sentimental

 1986

 Duygusal Adam

 2009

roman

 Todal las almas

 1989

 Tüm Ruhlar

 2020

deneme

 Cuentos únicos 

 1989

 

 

öykü

 Mientras ellas duerman

 1990

 

 

roman

 Corazón tan blanco 

 1992

 Beyaz Kalp

 1999

deneme

Vidas escritas

 1992

 Yazınsal Yaşamlar

 

roman

 Mañana en la batalla piensa en mí 

 1994

 Yarın Savaşta Beni Düşün

 1999

öykü

 Cuando fui mortal

 1996

 

 

deneme

 El hombre que parecía no querer nada

 1996

 

 

deneme

 miramieantos

 1997

 

roman

 Negra espaida del tiempo

 1998

 

 

öykü

 Mala Indole

 1998

 

 

roman

 Tu rostro mañana 1. Fiebre y lanza

 2002

 Yarınki Yüzün 1. Ateş ve Mızrak

 2011

roman

 Tu rostro mañana 2. Baile y sueño 

2004

 Yarınki Yüzün 2. Dans ve Rüya

 2011

roman

 Tu rostro mañana 3. Veneno y sombra y adiós

 2007

 Yarınki Yüzün 3. Zehir, Gölge, Veda

 2012

deneme

 Faulkner y Nabokov: dos maestros

 2009

 

 

roman

 Los enamoramientos

 2011

 Karasevdalılar

 2015

çocuk

 Ven a buscarme

 2011

 

 

öykü

 Mala índole. Cuentos aceptados y aceptables

 2012

 

 

antoloji

 Las huellas dispersas

 2013

 

 

roman

 Así empieza lo malo

 2014

Acı Bir Başlangıç Bu

2018

deneme

 El Quijote de Wellesley

 1984

 

 

roman

 Berta Isla

 2017

 Berta Isla

 2019

antoloji

 Entre eternidades. Y otros escritos

 2018

 

 


Berta Isla sıcağı sıcağına çevrildi dilimize. Daha önce bilgisunarda gezinirken Berta Isla ile, epeydir yükselti yitiren Marias yapıtının yeniden bir atak yaptığı ve başyapıtı Yarınki Yüzün düzeyinde bir romana imza attığı yönünde bir izlenim edinmiştim ve hevesle bekliyordum çeviriyi. Gecikmedi ama benim Marias’dan yeni bir başyapıt, 21.yüzyıl yapıtı bekleme gerçeğim yazık ki değişmedi.

Çağcıl kurguda sandığımızdan çok daha fazlasını bir yazar olarak gözetme zorunluluğunun ayrımında olan bu derin anlak (zekâ) bir bakıma yazı ustalığının teknik gizlerini çözme ve geliştirmenin peşinde deneysel çalışmasını sürdürüyor. Diplerde yatan sorusunun düşünsel olarak üstesinden gelemedikçe kurgusunda devrime gitmeyeceği anlaşılıyor ve sorusunu en kusursuz biçimde Berta Isla ve diğer romanlarına karşın yine de Yarınki Yüzün’de dile getirdiği yönündeki yargım değişmedi. Ona hak vermiyor değilim. Birçok yazarın, kolayca belki, üstesinden atlayıp geçtiği; ne anlatmalıyım ya da nasıl anlatmalıyım da değil, neden anlatmalıyım sorusunun duru, seçik bir yanıtının yazınıdır Marias yazını. Şunu da cesaretle söyleyebilirim. Yarınki Yüzün’den sonraki hemen tüm anlatıları oradaki sorunun çeşitlemeleridir. Ve ele geçirilmeye çalışılmış sorunun dolayında kazı, yaklaşım, açılanma, yorum, ele alış-soruş biçimleri vb. ile izleğin arkasındaki izlek üzerine ezgisel (müzikal) anlatımlar, sunumlar olarak anlaşılmaları gerekir tümünün ve Berta Isla da bu halkaya eklenebilir olsa olsa. Yorumsal ustalık (virtüozite); çalgıyla çalanı, yaratıcıyla yorumlayanı değişik ve sonsuz biçimlerde yeniden ilişkilendirerek yazısal (metinsel) dokuyu ana izleğe uzaklanımı (mesafelenme) açısından yeni durumlarda sınamakta, dokusal-dilsel sıkılık, geçirimsizlik, soruyu somutlama, dışavurma yeterliliği geliştirilmiş (sofistike), gerçekten yetkin (rafine) bir dizi işlemden geçirmektedir.

Çalgıları eksiksiz büyük orkestra için yazılmış bir senfoni olarak düşünebileceğimiz tüm yapıtında değişik bölümlerde başka (ama genelde minör) gamlar (tonalite) üzerinden değişik hızlarda kurgulanmış ve kesinlikle scherzo bitişe (final) bağlanan örge (motif) yinelemeleri, çözümleme ve bireşimlemeleri, hatta biçemsel sünme, esneme, çılgınlık düzeyinde duyumsal (hazcıl) dizem (ritim), vb. her kezinde beni yaratıcı/yapıt ikilemi (dilemma) içerisine soktu Marias’ta. Poetik başlangıç izleğine bunca sadık ama onu başka yer ve zamanlarda (ortamlarda) sınamaya bir o denli yatkın, öylesine ki okurunda çözümlemeci (analitik) bir yöntem saplantısını ayrımsatacak kerte nesne-dil (buna bir başka açıdan nesne-biçem de diyebiliriz) düzeyi tutturan çağdaşımız yazar sanki tek başına bir yazınsal deneyimi sınıyor kendi deneyevinde (laboratuvar). Ortalama okur gözüyle baktığımızda benzer bir dil ve anlatım deneyiminin bitmez tükenmez yinelenmesi olarak gördüğümüz şey bir bilim adamının kusursuz ölçme, sınıflandırma, yanlışlama uygulamasıyla (pratik) doğrudan ilgili bana kalırsa. Bu nedenle bir yapıtını diğerinden ayıran şeyi sözün olası tüm sanatları açısından bulup ortaya çıkarabilmek ve bir sonraki yapıtı daha öncekilere göre gerekçelendirmek hiç kolay değildir. Bu (eytişimsel) sorunu Marias özelinde aşmanın kullanışlı bir çözümünü burada önermek isterim: Onun ayrı ayrı kitaplarının okuru olmaktan vazgeçin, tek kitabının okuru olmayı deneyin. Bir yapıtla ve onun dünyaya açtığı oyukla ilgilisiniz demektir bu. Her roman, oyuğu yeniden kazma girişiminden başka şey değil. Ama yine de değişen bir şeyler olmadığını düşünecek denli körleştirmemeli Marias okurluğu sizi. Uyarıyorum.

Onun insanlarını birbirlerinin yerine geçirebilir, bir romanda yürütüp ötekinden çıkarabilir, tümünü neredeyse Marias süzgecinden geçmiş, işlenmiş, somluğu (tenörite) yükseltilmiş aynı dilden konuşturabilirsiniz. Kişileri, kendilerinden ötürü değil, ötekiyle ilişkilenme biçimlerinden ötürü (bağlamsal, ağsal), bir çokluk üzerinden yansırlar bize. Zaten yazarın sorgulaması da insanın neden kendi olduğuyla ilgili değil ama ne yaptığı ya da yap(a)madığıyla ilgilidir. Burada Marias’ı İngiliz geleneğine bunca bağlayan düzgülenime (coding) karşın ben Balzac ve Sartre’la ilişkilendirmeye yatkın olduğumu belirtmek isterim. Ama ayrı nedenlerle. Boşluk duygusunu mimar ya da yontucu yöntemselliğiyle tümcesel bağlamlar üzerinden irdeleme ve yonttuğu boşluktan varlık ya da tersine varlıktan boşluk üretme, üstelik eşsiz ve yitiksiz, yani kaynak yitimine asla yol açmama yönünde kusursuz bir yaklaşım sergileme açısından alla Balzac biçem ustalığına ya(t)kındır. Balzac’ın ısrarcı yazı uygulaması (pratik) yazarlığını, ham gereci en verimli, ergonomik kullanma konusunda pişirmiştir, bunu biliyoruz. Bu ince oymacılığı, titiz, asla savurgan olmayan, atık, posa bırakmayan billursu (kristalize) üretimi, benzer bir yöntemsellik içre Marias’ta görmek, bizi yazınbilimi ve tarihinin önemli bir sorusuna yanıt arayışının anlamlı bir örneğiyle yeniden buluşturur. Öte yandan eylem ve seçim, görünmeyen, çoğu kez bilince çıkarılmayan anlıksal (zihinsel) öncelikleriyle, tüm gönderim ve birebir örtüşmeyen bildiri(şi)m kipleriyle, ötekinin gözünden (anlığından) gelip bizi yakalayan kendi imgemizle yaşadığımız köşe kapmacalarımız yüzünden bir ‘yanlışlıklar komedyası’ dünyasında olduğumuzu kanıtlar bize. Varoluşçuluğun seçilmemiş seçim ya da seçmezlik seçimi çıkmazında yol aradığımızı, çıkışı bulamasak bile arada yeni belirsiz durumun içinde kalakaldığımıza ve yaşamın herkes gibi bizim için de buradan sürdüğüne tanıklık ederiz.

Bütün bunlardan yola çıkarak Marias’ın tarihe ve tarihin bireylerce kavranılış biçimlerine ilişkin genel tezine ulaşmak olanaklı. Bu tez onun anlatısının en geniş anlamında gerekçesi çünkü. Sorular art arda dizilir. Tarih nereye değin anlatılmış şeydir? Ama hemen arkasından daha sıkı ve eli kolu bağlayan büyük soru gelir. Anlatmak olanaklı, hatta olası mı? Soru bitmez. Anlatmadan (tarihlemeden) yaşayabilir, bir toplum ve bireyi olabilir, yapıp edebilir miyiz? Yine iri, sivri bir soru gecikmez: Anlatmak anlatmak (hakikat) mıdır bakalım? Bitmedi. Anlatmak kaçınılmazsa, zorundaysak; kurgusallaşması, dolayısıyla anlatmadıkları, ayıkladıklarıyla birlikte genelde ne anlama gelir? Hadi bir soru daha ekleyip kapatalım soru dizisini. Her anlatma girişimi aynı zamanda, eşanlı olarak bir umutsuzluk, umutsuz bir atılma girişimi olmak zorunda mı? Böylece anlatarak gelen doluluk değil ama daha büyüyen boşluk, bizde bir kez daha, yeniden, büyüyen boşluğa yönelik doldurma arzusu ve olanaksızlığı bilincinin eşlik ettiği umutsuzlukla sonuçlanır. “Evdeki divanda oturmuş ağaçları seyrettiğimde, çok da üstünde durmadan kendi kendime soruyorum, onca yıl boyunca, yaşamında, ne ölüsünün ne dirisinin yaşamında benim hiçbir rolüm yokken, hangi dehşet verici şeyleri biriktirmiştir acaba. Onları bilmemek nimet, hiç ama hiçbir şey anlatmasına izin vermemekle iyi ediyorlar, bir şey doğa olayı gibi sadece oluyorsa, ona hikâye eklemenin ne alemi var. İnsanların çoğu onun tersinde ayak direr, hiçbir şeyin öyle doğa olayı gibi olup bitmemesinde. Onu sonsuza değin yeniden yapılandırır ve yinelerler, son bulmasına asla izin vermezler.” (426) Umutsuz başkaldırı (sanat, yazı) Sisyphos örneğinde olduğu gibi neredeyse türsel yazgımızdır. Türümüz anlatmaya yargılanmıştır ve anlattıkça da daha yetersiz kalmaya, uzaya boşluk kusmayı sürdürmeye… Buradaki düğüm noktası, tesellisiz kalışımız, Heidegger’de, Sartre’da öğrendiğimiz türden, boş avuntuların, tarihi (zamanı ve uzamı düşünüyorum tarih derken) bitirmeye, en azından durdurmaya, yavaşlatmaya yetmediğidir.

Tüm bu soruları aşılamaz gibi görünen poetik (aynı zamanda kuşkusuz politik) bir kaynağa dönüştüren Marias yazısını Paul de Man tanımları, yaklaşımları çerçevesinde bir davranıya (gestus, daha doğrusu söyleme, retoriğe) kaçınılmaz olarak dönüştürüyor. Çünkü yazarımız yapıt içi imge yığınağı toplamından çıkarmaz genel, dış yapıt imgesini. İmgeler dizisinin kopuş, sıçrama, kesilme anlarından tüm yapıt duruşu, sunuluş biçimi, gestus doğar. Yapıt ve içkin, seçili, yapay anlatısı tek kişi (figür) gibi davranır. Romanın tümü roman içi öğelerden, karakterlerden biri gibi içeride ve dışarıdadır bir yandan. Yapıt ve anlatısı, sürdükçe kendini doğrular (ya da yanlışlar) gibidir. Okura elindeki nesnenin bir yeniden anlatma girişimi, üstelik kasıtlı, düşünülmüş, tasarlanmış bir kaçma (anlatmadan kaçma) girişimi olduğu duygusu ayrıntılardan değil, neredeyse nesnel, fiziksel bir ses gücü ve etkisi üstlenmiş yapıtın som tümlüğü üzerinden yaşatılır. Bu nedenle Marias anlatıları birçok ayrı yapısal figürasyondan yükseltilmiş bir bireşim olmanın ötesinde tekleştirilmiş, eşleştirilmiş egemen tek bir anlıktan arıtılmış (rafine edilmiş) monolitik (ama yine de demokratik) bir erk figürasyonuyla ilgilidir. Marias’ın kitapları içeriden değil bu nedenle dışarıdan okunmalıdır demek istediğim. Okuduğumuz şey bir bakış, anlatmayı yine deneyen bir anlıksal girişim, bu kez girişiminde birkaç etkeni (faktör) değişik ölçeklerde sınayan titiz bilimsellik ürünü bir deney, doğadan kurtarılmış bir yapaylığı özenli bir en büyük (makro) ya da en küçük (mikro) bakış içindeki bakış içinde sonsuzca dizilenmiş bakışın ta kendisidir. Marias kendisini okumaya açmakta, soruyu kendi üzerinden tartışmaya taşımaktadır. Ben niye anlatıyor, yazıyorum ve bu seni niye, nereye dek, nasıl ilgilendiriyor? İster istemez bu sorun dolayında yapıt, yazar okur arasında ivmeleyen bir duruş, sunum biçimi, bedenleşme ve sürtünme vb. olarak beliriyor. Yazar okuruna bir kez daha soruyor: Gerçekten ben anlatmadan (yazmadan) edemez miyim ve sen, okumadan? Yazdığım şey seni neden ilgilendiriyor? İlgi neyle ilgili? Hangi kaygı seni Berta Isla’yı okumaya taşıdı? Ki daha ben Berta Isla’yı neden yazdığımı, neden anlatmadan yapamadığımı şimdi/burada yeterince, doyurucu, kandırıcı düzeylerde gerekçelendirememişken…


*

Berta Isla ile yarı İngiliz-yarı İspanyol Tomas Nevinson’ın; Madrid’te ve neredeyse ilkgençlik yıllarında başlayan, Tom’un aldığı bir bursla İngiltere’de öğrenim görmesi nedeniyle nişanlılık dönemi uzayan, bu dönemde özgür ilişkiler kurmaktan geri de durmayan özlem dolu öyküsü diye özetlemek belki de romanı ıskalamak olacaktır. Çünkü bu öykü ve arkada yer yer tarihsel katman oldukça yapay, süslemeci, çevre düzenleme amaçlı (dekoratif, efektif) ve yukarıda değinmeye çalıştığımız yazar derdine neredeyse kurban edilmiştir diyebiliriz. Ortalama okur göz göre göre yapılmış yanlışlara, roman kişilerinin seçimlerine isyan edebilir, romana güvenme konusunda ciddi ikircimler yaşayabilir. Hele kestirmeci bir okur bakışı, iyiden yapay bir muzun kendisine sahici muz gibi yedirildiğini düşünüp fırlatıp atabilir de kitabı elinden. En sıradışı davranı, eylem ve söylemlerin oldukça abartık anlatıcı-yazar ciddiyetiyle arkalanması Marias okurunu ne söylendiğinden koparıp nasıl söylendiğine, yani nasıla kilitliyor. İnanılmaz ve yapay görünen gerçeklikle birebir eşleşme olasılığının yüksekliği ise yaşamsal eğretiliğin, yapaylığın yazarca okur gözüne sokulduğu düşüncesini de peşi sıra sürüklüyor. Evet, İngilizceye ve derin ekinine (kültür) gündelik ve türlü kullanım biçimlerine uyarlayacak kerte egemen, ama ötesi başka ekinlerin anlatım ve davranış biçimlerine de yatkın ve duyarlı, taklit etme yeteneği olağanüstü yüksek Tom’un 60’ların sonunda İngiliz gizli servislerinin (MI5, MI6) dikkatini çekmemesi zordu. Tom’un önüne, ancak kitabın sonlarında anlayabildiği kendisine kurulan oyun sonucu (Seviştiği kadını öldürme suçlaması, ki kadın gerçekte ölmemiştir.); İngiliz İstihbarat Servisi’nde küresel ölçekte oyuncu (ajan, vb.) olmakla ömrünü tutukevinde geçirme arasında iki seçenek konur, hem de Oxford’daki hocaları aracılığıyla. Karışanların kimileri olayın ayrımında değildir (Tom’un kendisi gibi), ama ötekiler büyük oyunun kurgucuları ya da aracılarıdır. Bu arada Berta Isla gelgeç ilişkilerle teselli olurken bir yandan Tom’u derinden özlemektedir. Ama ilginç bir şey olur. Marias anlağı Berta Isla’yı Yarınkı Yüzün’e her iki anlatının önemli iki kişisi (karakter) üzerinden bağlar. Biri Yarınki Yüzün’ün dramatik çekirdeği olan (‘kan lekesi’) kişilerden Prof. Wheeler, diğeri ise gizli servisin neredeyse yapay ve kusursuz bir yeterlilik anıtı olan Tupra. Ama her iki kişi de dramatik eksende küçük ama çok önemli bir yer değiştirmeyle yazınsal değişim (mutasyon) geçirmişlerdir. Bu değişimi iki anlatının zaman ya da dönemleriyle belki açıklayabiliriz. Artık daha somut, sonuç alıcı, ussal bir bileşke (kompozit) yönünde özellikle Tupra epeyce yol kat etmiş gibidir. Daha yararcıdır, insanların umarsızlığından yararlanacak (şantaj) kerte acımasızdır, hatta kayıtsızlığını, evlendikten sonra bile sık sık uzun sürelerle ortadan yitip gidin Tom’un en uzun süreli yokluğu konusunda açıklama yapmak için İspanya’ya gidip Berta Isla’yla geçici bir yatak serüvenine değin ilerletir. “Londra’ya dönmeden önce bir kez daha ziyaretime geldi [Tupra], yalnız bulacağından emin olmak için önceden telefonla aradı, ve telefonda bana bir zamanların Reresby’sinin sesiymiş gibi geldi, benzerliğin üstünde durmadım, belki de hepsine Foreign Office’te ya da MI6’te acılı yakınlara nasıl davranılacağı konusunda kurslar veriyorlardı. İki gün sonraki o ziyaretinde, birkaç yüzyıl önceki romanlarda kadınlar için -erkekler için değil- yazıldığı gibi ‘kendimi teslim ettim’.” (286-7) Onun için insan yaşamlarına ilişkin geçerli değerler dizgesi ancak görev, tanım, ulus ölçeğinde göz yumulabilecek şeylerdir ve geçicidirler. Hiçbirine bağlanma hakkını kendinde görmez gündelik biçimlerin. Marias ilginç biçimde duygudan arındırılmış, zorunlu gereksinimlere indirgenmiş bir yapay anlak, matrix tipolojisini tartışmaya almaktadır ama ivecen davranmaz okuru kışkırtabilecek soru konusunda. Yani aktörel (etik) bir sorgulamaya gitmez. Sanki böyle bir sorunu yoktur onun, tepeden, bir üst basamaktan bakmaktadır. Yeni tipi betimler, ortalığa getirir, gösterir. Böyle olunca büyük bir yapısal gerilimi kurgu bağlamında üretmiş, beklenmedik yazınsal bir atak gerçekleştirmiş olur. Biraz Kafka yöntemini çağrıştırmaktadır. Dilin yataklaştırılmasıyla biçemsel doğallık izlenimi bizi klasik anlatıya taşımaktadır ve klasiğin yapı tasımları, istiflemeleri konusunda ödün verilmez gibidir. Geçmişte bulgulanıp başarıyla uygulanmış özgün aygıtın hakkı tümüyle verilmiş, işlevi tüketilebilmiş değildir sanki. Marias’ın bunu yapmasının bir başka nedeni de okurun en kolaycı okur alışkanlıklarına seslenmesi, oradan bir girinti, oyuk açma niyetidir. Okur kolayca tava gelir. Klasik biçim ortaklaşa kabul edebileceğimiz, kendimizi dünden hazır bulduğumuz biçimdir. Olay, kişi, duygu asla hantallaşmayacak gergin ve düzgün yüzeyli yapı-kurgu içerisinde (neredeyse Altın Oran) tüm beklentileri karşılamaktadır. Daha isteyeceğimiz şey, yüz yıl geride kalmış (!) bu kurgu tekniklerinin ötesinde deneyimlerimize haksızlık yapıldığı, okur olarak da yeni yapı ve biçimlere çoktan açılmış olduğumuzla ilgilidir. Artık aşıldığı sanılan biçimsel yapı öğeleri konusunda bu büyük geri dönüş ve ısrarla ilgili olarak nice pirelensek yeridir. Marias bayat ekmeği bize yedirmek tasası içinde olamaz. Ama ayrımında olduğu şey, tüm çağdaş deneysel anlatı biçimlerine karşın, uscul kavrayışın inceltilmiş (rafine) aktarım yeteneği ve olanaklarının gücünü sürdürdüğü ve kendi amacına en uygun biçim, form olduğu yönündedir. Yaşlı bıçak yine de kusursuz kesmekte ve yüzmektedir deriyi. Bunu yazarın özelinde yeni bir bireşimleme (sentez) girişimi olarak görüyorum. Ama yetmez. Klasik anlatma biçiminin (teknik) yeni dünya ve ilişkilerine uygulanması ve doğacak gerilimden yeni bir güzelduyusal (estetik) sonuç çıkarmak, çatışmayı geçmişte olduğu gibi roman (yapı) içi öğeler üzerinden türetmek yerine yapının kendisini bir öğe olarak kullanıp çatışmayı roman ötesine, dışına, anlatıcıyı, yazarı, dışarıdaki dünyayı kapsayacak biçimde genişletmek gerekir. Marias çatışmayı bu özel bağlam (paradigma) içinde yeniden biçimleyerek (formulasyon) dünya kavrayışımızı derinleştirmeye çabalar. Çünkü her anlatma girişiminin özündeki asal soru, öz gerekçesi, nedenidir. Neden anlatılmıştır?

Buna verilebilecek en yalın yanıt, anlatılmıştır çünkü öteki, sonraki anlatmaları başlatsın, kışkırtsın, tetiklesin diye anlatılmıştır ve geri dönüşsüz işler süreç. Tersi söz konusu değildir. Ne yararı var, hangi amaca çalışıyor, soruları çok yetersiz kalır. Anlatılacaktır ve umarsızca bir kez daha anlatılacaktır, gelmiş geçmiş yapılan ne varsa, gerçekte anlatmaktan başka (hiçbir) şey değildir. Böylesi bir durumda, yani anlatma bilincinin yazıyı sürüklediği, doruklaştığı durumlarda, uygarlığımızın geliştirdiği anlatma aygıtlarıyla ilgili olarak özenli, titiz davranma gereğinin dünya çapında en önemli örneklerinden biri Javier Marias’tır. Örneğin Kafka, Beckett bile konuyu buralara taşımamıştır. Bir şey anlatmışlardır bu hiç bile olsa. Ama Proust için Marias’a yakın bir anlatma derdinden söz etmemiz yanlış olmayacaktır. Çünkü tam bu noktada anlatılan şey, kaynak ya da amaç değil anlatmanın kaçınılmaz ta kendidir, varolmamızın olabilir biricik gerekçesi. Yoksa yaşamak için nedenimiz kalmayacaktır; tüm öykülerimize, tüm kahraman/ karşı-kahraman odaklı oyunlarımıza, tarihlerimize, iyilik ve kötülük anlatılarımıza karşın. Hiçbir şey yetmeyecek bizi-burada-böyle haklı bulmaya. O zaman artık şunu söyleyebiliriz. Her yeniden anlatma girişimi önceki sözün ardından (gelen) yorumudur ve anlatmayı dinlenmeye (okumaya) değer kılacak olan da tam budur, yorumun kusursuzluğu, derinliği, bildik sözü taşıdığı yeni yer(lem); dalga boyu değişmiş, bedenlerimize, algılarımıza çarpışını duyumsadığımız şu fiziksel bası. Aslında ustalıktan (virtuozite) söz ediyoruz. Özgün, biricik yaratıcıdan, yoktan var eden küçük tanrılardan söz etmiyoruz, hayır. Bir kez daha, dinle(n)meye, oku(n)maya, izle(n)meye değer sunu(m)dur bu. (Ayin-sellik.) Aynı duygular, kişiler, edimler, şarkılar, dokunuşlar, yıkımlar vb. aynı sözcüklerle yeniden anlatılır. Kabul edin bunu, arkasında ya da öküzün altında bir şey aramaktan vazgeçin. Özlem o eski özlemdir. Savrulmuş yaşamlar savrulmuş yaşamlardır. Berta Isla Yarınki Yüzün’ün yeniden denenmesi, bir kez daha anlatımıdır. Başka bir şey yok, olmayacak. İnsanlar ve öyküleri inanılmaz ve sıkıcı biçimde benzerdir, kahrolmak için yetecek kerte aynı. Bereket, Marias yeniden ele alıyor, anımsatıyor ve bizi anımsama, doğrulama, günah çıkarma vb.’ ne değil eşanlı uygulamalara (pratik), anlatma deneyim(ler)ine katıyor.


*

Peki sonuç?

Gerçeği, (bildiğimizi sandığımız) şeyi saklar, anlatamayız. Anlatamadığımız için (başka şeyler) anlatırız. Birisi (sanatçı, yazar) çıkar, kimsenin anlatamadığı şeyi anlatmaya kalkar. Her kezinde yenilse, anlatısı bir kusura, karadeliğe bükülse de yekinir, bir daha kalkar anlatmaya. Oysa anlatılan ne denli anlatılsa anımsanmayacağı, bir süre sonra kişisel ve eninde sonunda toplu(msal) bellekten silinip gideceği bir yana, anlatmanın kendi de anlatıcısını peşi sıra sürükleyerek aynı çukura, şu belleksizliğin dipsiz çölüne yuvarlanacak, unutulacaktır. Anlaşılan o ki günün (siyaset, ilişkiler, paylaşımlar, çıkarlar, savaşlar, aşklar, ne derseniz deyin) doğrusu, aktöresi, geçici ilkeleri bile anlatma önünde bir engel, duvar gibi yükselecek, dünya anlatmayı durdurmanın, susturmanın, en azından savsaklamanın, saptırmanın, yalan anlatıların burgacında sahici öyküden uzaklaşmanın baskın söylemine (retorik) dayayacaktır sırtını. Gün anlatmanın, gerçeği, yalnızca gerçeği anlatmanın günü (zamanı) değildir ve hiç olmadı. (Zam)an anlatmaya karşıdır, dirençtir. “Çoğu zaman alçak, korkak ve akılsız davranan halkı eleştirmeye politikacılar asla cesaret edemezler, asla paylamazlar, davranışı ayıplamazlar, mutlak ama mutlak yüceltirler, oysa genelde hiçbir yer halkının pek öyle yüceltilecek yanı yoktur. Ama dokunulmazlık kazanmıştır ve eski çağların despot ve mutlakiyetçi hükümdarların yerini tutar. Onlar gibi, aklına estiği gibi, sorumsuzca karar değiştirir ve ne attığı oydan ne seçtiği kişiden desteklediği ya da ses çıkarmadığı, onayladığı ya da dayattığı ve alkışladığı şeyden dolayı hesap vermez. İspanya’da Franco’culukta, İtalya’da faşizmde ya da Almanya ve Avusturya’da, Macaristan’da ve Hırvatistan’da Nazizm’de halkın suçu neydi? Ya Rusya’da Stalinizmde, Çin’de Maoizmde? Hiçbir suçu yoktu, asla ve asla; her zaman kurban görünür halk, hiç cezalandırılmaz (doğaldır ki kendi kendini cezalandıracak değildir; kendi kendine yalnızca acır, yüreği sızlar). Halk o keyfi, kaprisli kralların yerini almıştır, o kadar, yalnız milyonlarca kafası vardır, yani kafası kopmuştur. O kafaların her biri aynada kendisine hoşgörüyle bakar ve omuzlarını kaldırarak şöyle bir mantık yürütür: ‘Aaa, benim hiç haberim yoktu. Beni kullandılar, beni yönelttiler, beni aldattılar, beni yolumdan saptırdılar. Ben ne bilebilirdim, iyi niyet dolu bir kadıncağızım, saf bir adamcağızım ben.’ Cinayetleri öyle çok kişi arasında paylaşılır ki, dağılır gider, böylelikle kimliği belirsiz eylemciler daha sonraki cinayetleri işlemeye hazırdırlar, aradan birkaç yıl geçsin, öncekileri kimse hatırlamaz olsun, yeter.” (252) Anlatmaya pek meyilli ve gözüpek sanatçı bile neyi nereye dek göze alabileceğini kestiremez. Dünyaya karşı anlatmakta olduğunu bilir dürüst olanı. Dünya anlatmasın diye bastırmaktadır. Ama Prometheus bir öykü hırsızıdır. Belki öykü ya da ateşi çalmamıştır. Belki ötekilerde bir ateş düşü (imge) yaratmış sanatçıdır. Anlatılamayan ama anlatılmaya değer, dünya yıkılsa değer bir öykü vardır ya da daha doğrusu anlatıldıkça ancak bir öykümüz olacaktır.

Böyle bir yazı tutumu (poetika) daha önceki yazı çizgilerini, geleneklerini tek tek değerlendirecek, tümünün iç olanaklarını, gizilgüçlerini yeniden gözden geçirecek, daha önce dünyanın şu ya da bu durumuna özgülenmiş poetik tutum (sanat siyaseti) daha temel bir sor(g)uya bağlanacak, anlatma derdinin, zorunluluğunun, yazgıcıllığının, anlatmanın anlatmasının gerekçesine dönüşüp yeni bir söylem kipi, katmanı yaratılacaktır. Marias’ın çabasını yine Kubrick’in 2001’ine (1968, A Space Odyssey) iliştirmeden edemiyorum. Böylece yazına yeni bir teknik kavram eklediğini düşünüyorum: Anıştırımlı yeniden söylem (re-retorik). Bunu, yazı yönteminde, 19. yüzyılın klasik geleneğinde (Daha çok Anglo-Sakson) arada bir uç veren melodramatik (duygusal-coşumcu) ve eğreti, yapay, rastlansal yapıları göze alacak kerte yansılamasından ötürü özellikle belirtme gereği duyuyorum. Okurun sinir uçlarını zorlama konusunda serinkanlı bilim adamı tutumu, güvendiği biçemsel dayanıklılığı ve sağlamlığı henüz yerinden sarsacak aşırılıklara dek ulaşmadı. Öte yandan bunu yapmasını ve hâlâ yapıyor olmasını yanlış da buluyor değilim. Bir kusuru, eksikliği (zaaf) geçmişe ilişkin olmaktan kurtarıp kendi yapıtının yapı(sal) gerecine dönüştürmesi, gergin ip üzerinde yürüyen cambaz imgesini uyandırıyor okur anlağında. Kusursuzluk oranında, göze alınan yıkım (tehlike) artar ve güzellik (güzelduyusal güzellik) tam da bu gerilimin ortasından, kavşağından tuhaf bir biçimde yükselir.

Berta Isla’daki tanıklığımız da tüm bu sonuçları doğrular. Ana kişiler ne olduklarını bildikleri denli ne olmadıklarını da bilir, kabul ederler. Tümünün bilinci anlatıcının bilincinden geçer çünkü ve anlatıcı kendi bilincinin serimini yapmaktan başka da bir şey yapmaz. Çünkü okurun önüne kendi anlatısını Doğulu bir halı satıcısı gibi sayfa sayfa açmakta, serimlemektedir. Bunca yapay, yapıntısaldır (sentetik) anlatı üzerine anlatısı (AnlatıAnlatı). Bu durum yazarımızı ne ürkütür ne korkutur. Kaç yüzyıllık okur deneyimi, birikimini asla hafife almaz, güvenir ona ve tam da bu okurun önüne sürer tüm anlatılmış ve anlatılacak anlatılara özgü evrensel kusuru.

Olanaksızdır, bunun için bir kez daha denenir, anlatılır. Anlatıcı belki de en büyük yalancıdır ve de en cesuru. Çünkü kolay değildir tüm bir dünyayı böylesi yıkım, ölüm gizilgücüyle karşına almak. Anlatmak öyle yasaklanmıştır ki sanki sonsuz bir anlatma cennetinde yaşadığımız duygusunu taşımayanımız yoktur neredeyse. Yasağa (sansür) çoktan boyun eğmişiz. Yine de gözümüz ateşçalanda, anlatmaya yekinendedir. Niye ki?

Biten anlatılarsa kimden gelirse gelsin bittikleri için birer düşkırıklığından öte geçmezler. Anlatma barutunu harcamış, dünya yine de sürmüş, sürmektedir. Anlattıkça anlatılan her şey harcanır anlatma derdiyle büyülenip. Bu da olasıdır ve Marias için yazınsal geleceğinin sorunudur. Anlatmanın büyüsünün anlatılanı kıyma makinesinden geçirme eşiği diye bir şeyden söz edebilir miyiz? Dilin böyle somutlanışı dilin gönderdiği şeyden (dünyadan) önemli olabilir, hatta dil (biçem) dünyasız da yoluna devam edebilir mi? Ben Marias’ın soruyu buralara ilerlettiğini düşünmüyorum, dar tünele soktuğu sorusu bu konuyla ilgili şeytanca bir ayartma girişimi, deneyimi... Şunu anımsamamız, nerede durduğumuzu (hiç değilse yaklaşık) anlamamız açısından önemli. Dünya, ayrı değil, bizden dünyadır ve ne yapsak onu kendimizden, özneliğimizden ayrı kuramayacağız. Ki dünya içreliğimizi de dünyaya borçlu olmamıza karşın, övünsek mi yerinsek mi bilemesek de, soyutlamış, ayrıştırmışız bir tür olarak kendimizi... Sahneye en son ve görkemli başarısızlığıyla varoluşçuluk çıktı ama o da varlığı koparamadı bilincimizden. İyi olurdu yapabilseydi. Özneliğin yapay pulları dökülürdü üzerimizden, ne oldum deliliğinden, yanlış sevinç gösterilerinden kurtulurduk belki. Demek ki insan insanı yasaklamaktadır özünde, dünya insanı değil. Eh, Marias da az eşelendiğinde, ikinci katmana inmeyi göze aldığımızda bunu söyler özünde. Ama dramatik ve tarihsel bağlamdan azıcık soyutlayıp, yazgının İngiliz geleneğinin yeniden bulup yükselttiği trajik vurgu ve esinle dışa vurulması, dramatik-trajik ayrımından kaynaklanan bir dizi çelişkinin altında kalmamıza neden olabiliyor. Marias okumasında okurun göz önünde tutması gereken şey tam budur. Onu İngilizce ve kendi yazı dili İspanyolca bazen öyle etkiler ve bir yerlere alıp götürür ki orada yazarın dil keyfi tezini zayıflatır. Ama bütün bunların ayrımında olduğunu düşünüyorum. O değişik dil ve anlatı derişimlerinden, ayrı dalga boylarında yazı ışınları ve karma renk demetleri çıkaran bir biçemcidir ve bunun okurdaki yansıması ışın demetini kıran prizma deneyimidir.

Her şey harcanmıştır anlatma derdine düşülüp diyebilir miyiz bu nedenle? Marias yetkin dilsel kandırma (ikna) gücü, biçemiyle hemen hemen geleneksel anlatıya ilişkin tüm yapıları topa tutar. Kişiler, olay, çırpınılar (histeri), yücelik, değer, yanılsama ve aldatmalar, tarihimiz içre tüm kalıplaşmış ‘bizi biz yapan öyküler’imiz, son derece titiz bir açı, büyüteç altında yeniden irdelenir. Tutunacak, avutacak bir gerekçe, neden, varlık, söz aranmaktadır sanki. Ama bulunamaz. Yaşamalarımız bizim yaşamalarımız değildir. Bunun için onları dışarıdan görmemiz gerekiyor, birisince anlatılmış olarak... Ama bizi bize anlatan hiçbir anlatının da bizim kendimiz olmadığını yazıklanarak bir kez daha anlamakta gecikmeyiz. Marias anlatırken, eldivenin içini dışına çevirirken biz de onun deneyimini yansılayarak okumamız boyunca iç-dış çevrintisiyle savruluruz. Tutamak yeri bir türlü gelmez elimize. Ne yapsak gelmez. Biz de başlarız harcamaya. Dünyayı okudukça harcayıp bitirmekle yetinmez, sonunda kendimizi harcamaya geçeriz. Biz biz miyiz bakalım? Ne yaşadığımızı, yaşadığımızla ilgili ne düşündüğümüzü, duyumsadığımızı açık, kesin olarak bildik, kavradık mı? Gerçekten öyle miydi? Öyle mi söylenmiş, dile getirilmiş, paylaşılmış, acı çekilmiş ya da gülünmüştü? Benim kendime has, gerçekten kendimden ayrı düşünemediğim neyim var? Bir yerde bilerek ya da bilmeden söylenmiş bir yalan, saklanmış bir şey zaman zaman bilincimden taşarak tüm yaşamöykümün bir kurgudan ibaret olduğunu acı acı anımsatmıyor mu? “Berta’ya durumu öylece kabullenmek düşüyordu, o da kabulleniyordu. Kocasının öyle bir alanı ya da boyutu vardı ki, ilelebet karanlıkta kalacaktı, ilelebet kendi görüş ya da duyuş alanının dışında, reddedilen anlatı, yarı aralık gözü ya da miyop ya da daha doğrusu kör gözü olacaktı; bunu ancak kafasında kurgulayabilir ya da hayal edebilirdi.” (11)

Benim öyküm kimin öyküsüdür? Gerçekten kendim hakkında bildiğimle onlara gösterdiğim arasında ne var? Aşılmaz bir uçurum, önemsiz bir su birikintisi, bağışlanabilir iyi niyet dalgaları…mı? “‘Ne kolaymış hiçbir şey bilmemek, ne kolaymış el yordamıyla ilerlemek, ne kolaymış kandırılmak, hele yalan söylemek büsbütün kolay, hiçbir hüner gerektirmiyor, her budalanın yapabileceği şey, sahtekârların kendilerini kurnaz ve becerikli sanmaları tuhaf şey, yalan söylemek en ufak bir yetenek istemiyor. Bize söylenenler doğru olabilir de olmayabilir de, en etkileyici şey de en umursanmayan şey de, en zararsız şey de hayat memat meselesi olan da, yaşamımızı etkileyen de yakınından bile geçmeyen de. Sürgit hata içinde yaşayabiliriz bal gibi, anlaşılabilir, yerine oturmuş, elle tutulabilir bir yaşantımız olduğunu sanabiliriz, sonra bir bakmışın hepsi güvensiz, bataklık, ele gelmez, sağlam toprağa temellendirilmemiş; ya başından sonuna bir sahne oyunu, tiyatrodaymışız da sahi sanıyormuşuz sanki, ışıkların söndüğünü, perdenin kalktığını, üstüne üstlük kendimizin yukarda ya da aşağıda seyirciler arasında değil de sahnede bulunduğumuzu fark etmemişiz ya da bir sinema perdesindeyiz ve dışına çıkamıyoruz, filmin içine hapsedilmişiz, her gösterimde kendi kendimizi tekrarlamak zorundaymışız, film şeridine dönüşmüşüz de olayları, konuyu, planları, ne bakış açısını ne ışığı değiştirecek güçten yoksun gibiyiz, birilerinin sürgit öyle olmasını kararlaştırdığı bir öykü. İnsan kendi yaşamında, görülmüş ya da yazılmış, demek istiyorum ki anlatılmış bir öykü gibi geri dönüşü olmayan şeyler bulunduğunu fark ediyor; bizi hemen hiç uzaklaşamayacağımız bir yola sokan şeyler, ya da en fazlası doğaçlama bir şeyler yapmamıza izin var, belki de yalnızca fark edilmeyen bir el hareketi ya da göz kırpma; kaçmak için bile o yolu izlemek zorundayız, çünkü istemeksizin artık o yola girmiş bulunuyoruz, hem izlemek için de olsa kaçmak için de olsa, ne fark eder ki, hareketlerimizi ve attığımız adımları koşullandıran o. Kesin olan şey, sandığımızın ve irademizin aksine, biz o yoldan geçmekteyiz, biri bizi oraya sokmuş, benim durumumda o kişi kocam, yüzlerce yıldır sevdiğim, varlığımı sonsuza değin onunkiyle birleştirdiğim ya da en azından buna niyet ettiğim adam, o kişi Tomás.’” (162)

Ama yine de kaçınılmaz bir şey var benle ben arasında. Şimdi arada Javier Marias duruyor, yarın kim bilir kimler girecek kendi aralıklarıma, boşluklarıma.


*

Böylece kitap kendi üzerine katlanmış, yaşam iliği düğmesini bulmuş ve hemen arkasından yitirmişken umutsuzluk şu son Marias tümcelerinde yankılanır. Olduğu gibi alıyor ve kapatıyorum yazımı:

“Peki ben kendi kendini gözlemlemeyen birini anlayacağım diye ben niye kafamı yorayım. Amma da çok şey istiyoruz: insanların ille de yüreğini okumak iddiasındayız, en çok da yanımızda uyuyan, yastığımızın yanında soluk alan kişinin.” (426)

“’İyi ki bana söylemiyorsun, saatler saati, her saat, uyurken de uyanıkken de neler düşündüğünü söylemiyorsun. Sana hep bir şey oluyor ve bereket ben ne olduğunu bilmiyorum, beyaz sayfayı sürdüreyim daha iyi. Nedenlerin var, biliyorum, kafanın artık dinlenme nedir bilmemesi senin yazgın.’ Ama kendimi tutuyorum ve bunları ona söylemiyorum, ve kaç yıl yaşarsam yaşayayım, söylemeyeceğim. Onları kendime saklıyorum, düşünmekle yetiniyorum. Söylemek o bilmese bile, aşırı bir armağan olur: fazla uzun bir süre benden uzak kaldı, kendini ölü ilan etmeye cüret etti, bedenini uzak bir kıyıda terk etti.” (427)

“Ve belki de sonuçta kendilerini kendi öykülerinin bile başkişisi olarak görmeyen kişilerin türünden olduğunu düşünüyordur, o öykü daha başlangıcında başkaları tarafından sarsılmıştır; yolun yarısına varmışken, öykülerin kimse tarafından anlatılmayı hak etmeyeceğini, olsa olsa bir başkası, daha serüvenli, daha göz alıcı, ve en çok da daha fazla seçilmiş olan bir öykü anlatılırken, ona gönderme yapacaklarını keşfedenlerdendi. Uzun sürmüş bir yemek sonrası sohbetinde ya da ateşin başında, uykusuz bir gecede oyalanmaca olarak bile anlatılmaya değmezdi. Benimki gibi ve aynı zamanda onunki gibi, gerçekte başka binler ve binlercesi gibi yaşamların başına gelen genellikle odur, yalnızca orada bulunurlar ve beklerler.” (427)