Zeki Z. Kırmızı

Dizin


OKUMALARIM 2000-2005 - III


Kutlu, Mustafa; Rüzgarlı Pazar,

Dergah Yayınları, 2004


Kutlu'yu izlemeliyim. Yazdığı, başyapıtlar olmasa da bizim yaşantımızın daha gerçek ve doğru bir tanıklığını, eleştirerek ve mizahla yapıyor. Köpüğün içerisinde yaşam saydığımız şeyin dışında akan bir ırmak var, tanıklığa çağıran, çözümlerini çözümsüzlükleri içerisinden üreten, yitirmiş ama kazanmış, hatta kazanacak olan. Bana kalırsa Kutlu'nun yaptığı bir tür devrimci romantizm.

Önemli.


*

Onaran, Mustafa Şerif; A’dan Z’ye Cahit Külebi,

Yapı Kredi Yayınları, 2004


Külebi hakkında fotoğraf destekli küçük bir çalışma.


*

Sönmez, Mustafa; Gelir Uçurumu,

Om Yayınları, 2001


Yenal'ın yapıtını tümleyen bir başka önemli çalışma. Sayılarla Türkiye'nin yakın geçmişinin gerçeğe yakın bir fotoğrafı veriliyor. Büyük emek ürünü ve uyarıcı.... Yaşadığımız krizlerin doğası ortaya çıkıyor bu araştırmalarla.


*

Uyguner, Muzaffer; Halide Edip Adıvar,

Altın Kitaplar Yayınları, 1992


Muzaffer Uyguner'in Halide Edip Adıvar üzerine bu inceleme ve derlemesi, geleneksel yazın tarihçiliği ve dizgeli tanıtma başlığı altında değerlendirilebilir.

Emeğe saygılı bir tutumdan eleştirellik beklemek yanlış olur. Üstelik öğretmen ve öğrenci kitlesini öncelikle hedefleyen böyle bir çalışmada... Yine de Uyguner yansız, nesnel bir tutumla Halide Edip Adıvar'a geçmişte yöneltilmiş belli başlı eleştirileri de yapıtına koymuş. İlginçtir, Adıvar konusunda herkesin ortaklaşa uzlaştığı eleştiri; dili... Ama kimilerinin, bu bozuk dilin de bir biçem özelliği oluşturduğunu söylemesi (Karaosmanoğlu,vd.), nezaketin sınırlarını aşıyor bana kalsa.  Uyguner; ‘Adıvar'ın dili çok eleştirilmiştir, oysa doğal bir roman dilini de Halide Edip Adıvar yaratmıştır' (s.132), diyor.

Bence Tahir Alangu, Fethi Naci onu yazın tarihimizde tam yerine oturtuyor. Buna karşılık Ahmet Kabaklı gibilerinin övgüleri de yeterince anlamlı. Eğer Halide Edip, yazınla yaşamı birbirine bu denli karıştırmasa ve her yazdığı şey, Halide Hanım adına bir bildiriye dönüştürülmeseydi, yapıtları neye, ne denli dayanırdı, tartışılır.


*

Uyguner, Muzaffer; Yakup Kadri Karaosmanoğlu,

Altın Kitaplar Yayınları, 1993


Uyguner'in yardımcı yapıtı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu hakkında; derli toplu, özet ve tartışmalar üstü bilgileri veriyor.


*

Uyguner, Muzaffer; Reşat Nuri Güntekin,

Altın Kitaplar Yayınları, 1993


Uyguner'in Reşat Nuri Güntekin'i tanıtan el kitabı.

Derlitoplu bir tanıtım olmanın ötesine kuşkusuz geçmiyor. Sıradan ve sınırlı bir okurluk için yeterli, çok bile...

Yargı yok, olamazdı da.


*

Uyguner, Muzaffer; Memduh Şevket Esendal,

Altın Kitaplar Yayınları, 1991


Sanıyorum, Esendal üzerine en derli toplu kaynak.

Yine de Esendal bana hep 'geçiştirilmiş' gibi geliyor. Bunu Uyguner'i dışarıda tutarak söylüyorum.

Aslında Türk yazını Uyguner sayesinde Esendal'ı görebildi, kazandı, diyemiyorum. Uyguner’in bu dev çabasına rağmen. (Yanılmıyorsam toplu basımını gerçekleştirdi.)


*

Uyguner, Muzaffer; Sabahattin Ali,

Altın Kitaplar Yayınları, 1992


Sabahattin Ali hakkında derli toplu bir kaynak. Yorumsuz.


*

Uyguner, Muzaffer; Sait Faik Abasıyanık,

Altın Kitaplar Yayınları, 1983


Sait Faik için çok iyi bir değerlendirme yapıtı. Özet de olsa, özellikle öykü seçmeleriyle bence bu tür bir çalışmanın ötesine geçmiş Uyguner. Öğrenci işinden öteye...


*

Örik, Nahid Sırrı; BH 2: Kırmızı ve Siyah, Ed. M.Kayahan Özgül/Vahide Bilgi,

Oğlak Yayınları, 1996


Duygu yoğun, canlı, çarpıcı öyküler ve Fransız yazınının açık etkileri.


*

Örik, Nahid Sırrı; Sultan Hamid Düşerken,

Oğlak Yayınları, 1999


İşte bir tansık (mucize) daha. Sanırım 1927'de yayımlandı ilk.

Türk romanının bence 10 doruğundan biri, belki de doruğu.

Örik romanı üzerinde düşünmüş, yapı, tip, kurgu sorunlarını berraklaştırmış, sonra yetkin ve ekonomik bir dille tarihi yontmuş.

Batı klasikleri düzeyinde ve aynı yaratma mantığına (poetikasına) dayalı. Bir mücevher.

İçinde fazla olan bir şey yok, çünkü her şey fazla(ya göndermeli). Eksik hiçbir şey yok, çünkü diyebilirim ki herşey eksik.

Öte yandan Ziya Öztan sinema uyarlamasında çılgın sevişme sahneleri varmış... Bu, romanda, (onun kendine özgü) yaklaşımından geriye bir şey bırakır mı? Romanın kendi buna karşı duruş değil mi?


*

Örik, Nahid Sırrı; Kıskanmak,

Oğlak Yayınları, 1994


Hiçbir yapıtında Abdül Hamit Düşerken adlı romanındaki düzeyi yakalıyamıyor bu ilginç yazar. Erkeklere tutkulu ve kadınlara acımasız Örik, zikzaklı duygu dünyasında yer yer canlı kanlı sahneler yakalayabilecek derinlikler barındırıyor.

Anadolu'ya açılmış (Zonguldak), değişik toplum kesimlerini romana taşımış (maden mühendisleri) biri Örik.

Bence onun ökeliği kurgu yeteneğinde. Ama güçlü duyguları kurgu ve tiplemelerini gölgeliyor.


*

Örik, Nahid Sırrı; BH 1: San’atkarlar, Ed. M.Kayahan Özgül/Vahide Bilgi,

Oğlak Yayınları, 1996


Bu kitabında özyaşamöyküsel öyküler baskın. Çok önemli olduklarını sanmıyorum.


*

Örik, Nahid Sırrı; BH 3: Eve Düşen Yıldırım, Ed. M.Kayahan Özgül/Vahide Bilgi,

Oğlak Yayınları, 1998


Özellikle Eve Düşen Yıldırım uzun öyküsü etkileyici. Dağılan bir aile. Kadın olumsuz varlık Örik'e göre.


*

İpşiroğlu, Nazan; Alımlama: Resim,

Papirüs Yayınları, 2000


Bu nefis ve oldukça yalın yapıt, postmodernist yaklaşımlar içerse de verdiği örnek çözümlemelerle, alımlama estetiği üzerine çok gerekli bir girişi simgeliyor.


*

Cook, Nicholas; Müziğin ABC’si,

Kabalcı Yayınları, 1999


Cook, bu ilginç ve tartışmalı yapıtında, olanca soğukkanlılığıyla müziğin geleneksel okunma biçimlerini eleştirel yaklaşımlarla değerlendiriyor.

Müziksel Değerler adlı bölümde; müzikle ilgili yerleşik ve kalıp yargıların doğallaşıp saydamlaşarak evrensel bir dil olarak göründüğünü, oysa müziğin yapılmış bir kültür ürünü olduğu söyleniyor.

2. Bölümde zaten (Beethoven'e Dönüş) tam da bu yerleşikleşmiş ve iktidar pekiştiricilerine dönüşmüş yargıları örnekliyor, Beethoven biçimlemesinden yola çıkarak (bu biçimlemeyi besteci-yorumcu-dinleyici üçgeni ya da bağlamında düşünmeyi de atlamadan). Ve arkasından sökün eden koca bir yazınsal-söylemsel mitoloji... Kapak resimleri, reklam, vb... Sonuç tüm bu ilişkilerin özüne yerleşen 'yetkeci bir erk yapısı'. Bir başka sonuç: doğru müzik dinleme açısında giderek oluşan daralma...Ve 'Müzik Müzesi'.

Beethoven'le gelen sözsüz müzik geleneğinin doğal uzantısı haliyle, 'sözün müziği açıklaması' oldu.

Bir Kriz Durumu? (3.Bölüm) mu sözkonusu. Günümüzde, Cook'a göre bir ayrımcılık, müzikal bir ırkçılık var. Kriz, müziğin kendisinde değil, onun hakkındaki düşünüş biçimindedir.

Hayali Bir Nesne adlı 4. bölümde; notasyonun müzik kültürünün belirlenmesi ve tanımlanmasında temel rolünü vargular Cook. Eğitimde böylece kuram öne geçer. Porte notalaması müziği çarpıtır. Müzikle notalama arasında çatışma vardır. Son tümce: 'Müzik yapılan bir şeydir.' Cook'a göre önemli olan müziğin imgesel nesneleriyle onların simgelediği zamana bağlı deneyimleri karıştırmamaktır.

5. bölümde (Bir Temsil Sorunu) yazar, sanatın tarihinin aslında dünyaya bakış açılarındaki değişimin tarihi olduğunu, başlangıç noktası olarak, hangi yolla olursa olsun müziğin kullanımı ve içselleştirilme biçimini almak gerektiğini söylüyor.

6.bölüm Müzik ve Akademi. Akademik bakışın eleştirisi...

Müzik ve Cinsiyet adlı 7.bölüm, müzik bilgisinin süzme işlevi gördüğünü (olumsuz anlamda), müziğin ideolojik boyutunu irdeliyor.

Ve Sonuç'ta Cook, müzik kültüraşırı bir anlayış aracı olabiliyorsa, kültüraşırı bir yanlış anlayışın da aracı olabilir, diyor. Müzik kendini doğal gibi gösteren par excellence bir yapıdır. İdeoloji aracı olarak benzersiz güçlere sahiptir. Müziği hem duymalı, hem okumalıyız.


*

Michel, Nicholas; Emilie’nin Son Yolculuğu,

Doğan yayınları, 2004


Yaşar İlksavaş'ın güzel çevirisiyle bu genç Fransız yazarının ilginç bir romanı. Yaşamlarımızın özündeki rastlansallığın ve bundaki inanılmaz basitliğin, ağlatacak kerte komikliğin öyküsü. Bir cesetin yolculuğu, durakları ve arkasında dur duraksız uçma duygusu.

Yerçekimi çağırdığında, belki de uymak yerine, ölmektir doğru olan (dolayısıyla öldürmek).


*

Stavroulakis, Nicholas; Lavanta Lavanta, Ed. Pamir Bezmen,

PMR Yayınları, 2000


Stavroulakis Yunanistan yurttaşı bir Yahudi. Gerçekte bir Dünya yurttaşı... Türkiye ile de yakın ilgili. (Kendisiyle tanıştım).

Bezmenlerin saygısız tutumlarının verdiği zararları ayıklarsan geriye belki büyük ya da önemli bir yazınsal yapıt kalmayacak, ama sanırım bazen bundan daha önemli şeyler sözkonusu.

Stavroulakis, Yunan tragedyalarına özgü keder duygusuyla çağdaş kurgulama tekniklerini çok özel bir konuda (Girit'in yakın tarihi) buluşturuyor. Bu yapıt ne bakımdan önemli? Yaldızlanmış Batı politikalarının yaldızlarını kazıyor, bir. Hangisi olursa olsun tüm dinleri eleştiriyor, iki. Hümanizma ruhu taşıyor, üç. Daha sayabilirim...


*

Behram, Nihat; Miras,

Everest Yayınları, 2004


Behram'ın okuduğum ilk yapıtı.

İnancına çok güvenmek, çok yerde iyi olsa da, yazında başkalarında eksik olanı tamamlamaya yatkın öğretmen kibirine yol açar ki, Behram'ı benim için de katlanılmaz yapan bu.

Türk yazininin geldigi bu noktada bu türden yazilar cesaret bulamamaliydi ortaliga dökülme konusunda.

Behram dürüst bir devrimci, ama bu iyi yazarlığın koşulu bile değil.


*

Karaer, Nihat; Tam Bir Muhalif: Refik Halit Karay,

Temel Yayınları, 1998


Karay büyük bir öykücü, itilafçı ve milli mücadele karşıtı bir Osmanlı bürokratı ve gururlu biri... İstanbul çanağı içerisinde ve o çöküş yıllarında daha fazlasını beklemek de haksızlık olur muydu, bilmem. Olmazdı, çünkü birçok örneği var.


*

Güngörmüş, Nilüfer; Büyük A,

Patika Yayınları, 1999


Tek yapıtı mı bilmiyorum. İlginç...

Daha önce az denenmiş bir anlatı dili...

Son zamanlarda okuduğum en iyi öykü kitaplarından. İzlemeli.



*

Güngörmüş, Nilüfer; A’dan Z’ye Sevim Burak,

Yapı Kredi Yayınları, 2003


Bu ilginç insan ve yazar hakkında (Sevim Burak) belgeler ve bilgiler... Burak'ı okumalı.



*

Akı, Niyazi; Yakup kadri Karaosmanoğlu,

İletişim Yayınları, 2001


Türk yazınbiliminde, öyle sanıyorum tüm yetersizliklerine karşın eşsiz bir çalışma... Yakup Kadri'nin yaşamıyla yapıtını örtüştüren, ama yapıtı yazardan ayırabilme başarısını da gösterebilen tek örnek, diyebilirim. Yazınbilimsel eleştirinin bilimsel ipuçlarından, sezgisel dolayımlar biçiminde de olsa yararlanmanın, emek verilmiş örneği yapıt, eski bir doktora çalışmasi (1960).

Ruhçözümsel yaklaşımı özellikle dikkate değer.


*

Chomsky, Noam/ Herman, Edward S.; Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir?

Minerva Yayınları, 1999


Chomsky'nin bu güzel araştırması benim duygularıma da karşılık geliyor. Chomsky medyanın nasıl işlediğine ilişkin bir model kuruyor ve bunu sınıyor.


1.süzgeç: Medyanın büyüklüğü, mülkiyeti ve amaçlılığı.

2.süzgeç: Reklam ruhsatı.

3.süzgeç: Medyanın haber kaynakları.

4.süzgeç: Tepki ve yaptırımcı kurumlar.

5.süzgeç: Bir denetim mekanizması olarak anti-komünizm.

6.süzgeç: Ayrımcı yaklaşım ve propaganda kaynakları.



*

Geras, Norman; Marx ve İnsan Doğası,

Birikim Yayınları, 2002


Geras teknik bir konuyu ele alıyor ve Tezler'deki Marx ifadesinin (insan doğası?) özsel bir içeriği olmadığını kanıtlıyor.



*

Duruel, Nursel; Cemal Süreya,

Yapı Kredi Yayınları, 2003


En büyük Türk ozanlarından biri, Cemal Süreya hakkında hazırlanmış hoş bir derleme, belgelik... Anılar, fotoğraflar, şiirler ve bir yaşam...


*

Atay, Oğuz; BE 3: Oyunlarla Yaşayanlar,

İletişim Yayınları, 2003


Atay'dan bir başyapıt daha ve tek oyunu.

Bence oyunu özel kılan kişisel (öleceğini bilmek) dramıyla oyun arasında kurulan bağ. Ama oyunu (metni) değerli kılan bu değil. Atay'ın yetkin ve ökece kara alayı insanı (orta sınıf özellikle) alışageldiği yerlemlerinden (koordinat) zıplatıyor. Taşların yeri değişiyor. Her okuruna ayrı ve birebir ayna tutan, her okurunu ayrı ayrı bilek güreşine çağıran çok az yazar gördüm: Atay bunlardan biri... Kendini yok etme pahasına herkesle ayrı ayrı savaşmaya hazır, hem de herkes için.

Bir tür yalvaç, etik kurucu diyebilirim onun için. Kıyameti erkene alıyor o. Kıyamet duygusu yaşatıyor. Bana kalırsa insanı Sait Faik'ten daha çok seviyor Atay. Ondan çok, başkaları için...

Bir tür genel görelilik kuramı Oyunlarla Yaşayanlar. Büyük oyun içindeki oyun içindeki oyun içindeki... Kestiremeyiz. Belki şöyle ya da böyle yaşamdan (ışık) kuşku duyamayız, ama şöyle ya da böyle, göreli...

Atay benim yazarım.


*

Atay, Oğuz; BE 7: Eylembilim,

İletişim Yayınları, 1998


Eylembilim'i ikinci okuyuşum. Vaad ettikleri açısından bir büyük yitik gibi görünüyor.

Atay, dikenlerini sivriltmiş, konformist balonu patlatma işini sürdürüyor. Bu nedenle onun kahramanları (anti mi demeliydim?) birer iki yüzlü (Stevenson) kahramanlar. Tüm Atay yapıtını Kafka'nın Değişim'i altında toplayabiliriz bence.

Atay yapıtları bir diller, gelenekler, parodik yansıtmalar, bir karnaval (Bakhtin) yapısında..

Bu büyük ve yarım kalmış yazarımızı yürekten selamlıyorum.


*

Atay, Oğuz; BE 1: Tutunamayanlar,

İletişim Yayınları, 1984


70'lerin başında yazılmış bu roman için utanılacak bir gecikme. Oğuz Atay için aslında.

Bugün ülkemizin dünya çapında bir yazarı var, diyebilirim. Ulusal ölçekte sıraladığım Türk yazını 30 yıl önce Oğuz Atay'la uluslararası bir ölçeği yakalamış ve ben bunu 2004'de bulguluyorum.

Tutunamayanlar'ın da birkaç düzeyi var bence. Kenarda kalmış, sürgün, yeraltı insanı, uçuk, uyumsuz,vb.

Bana kalırsa Atay'ın tutunamayan'ı Camus anlamında bir uyumsuz da değil, bir bağlam'a derinden gömülü ve diğerlerinde olmayan sarsıcılığı da yapıtının, buradan geliyor. Küçük kentsoylu (burjuva) bunalımı demek de (pek çok Türk eleştirmeninin yargısı) Atay'ı çok hafife almak olur, zaten oldu da.

Ben bu Türk yazınının doruğuna, dünya yazınının da başyapıtları arasına oturttuğum roman için (ki kalan yaşamımımın başucu yapıtıdır ve kafamla birlikte her yerde olacak, tıpkı Moby Dick, Don Quijote gibi) çok yazmayacağım (ama konuşabilirim), ayrıca da kendimi yetkili göremiyorum. Ama şunu bir okur olarak içerden duyumsadım, bu roman benim öykümdü, Oğuz Atay'ın da, bizim gibilerin...

Yergi, ironi, eleştiri, metinlerarasılık, yapıbozum, çoklu anlatı, odak kaydırma teknikleri, erk karşıtlığı (kendiliğinden).

Baktığı zaman herkesin görmediğini görecek denli kör Atay, görme üzerine sağlıklı insanlara (hemen unutacakları) pek görkemli bir ders veriyor. Türk yazınında öncülü yok, ardılı bence onun düzeyinde yok, rastlamadım. Demek romanımız durmuş.

Ulysses'in yanına rahatlıkla konur, Swift'le, Sterne'le karşılaştırılabilir.

İlginçtir, rastlantıyla doğmuş değil.

Türkçe de burada yeniden yaratılıyor.

Eleştirimize gelince... İnanılmaz düzeysizlikte imiş ve hala öyle...


*

Atay, Oğuz; BE 2: Tehlikeli Oyunlar,

İletişim Yayınları, 1984


Bu evrensel çapta büyük yazarımız yitirildi. Yazın dünyamızın bunda büyük payı var. Atay ben buradayım, sen neredesin okur, diyordu. Okura değil yazın adamlarımıza seslenmeliydi. Atay'ı genellikle indirgediler, belki yanlış değil, kendi sığlıklarıyla oranlı olarak çok sığ yorumladılar.

Atay bir deney gerçekleştiriyordu, belki boyunu aşarak (ama üstesinden geldi): tüm dilleri içeren ve aşan bir dil, tüm biçemleri içeren ve aşan bir biçem, tüm konuları, tüm kurguları, tüm yapıları ve tüm bir anlatıyı içeren ve aşan bir deneyim.

İlk kez biri için Don Quijote adını kullanacağım. Oğuz Atay'dı o.

Onun özöyküsü neydi kimbilir? Ölümün adım adım yakınlaşan bilincine de sığmazdı bence.

Yazınımızın bir sapınca gereksinimi vardı, Oğuz Atay'a. Onun sayesinde kendine bakabilir, görebilirdi. Neyi gördüğünü bilmiyorum. Ondan beri, üretilebilmiş bunca şey hala onun gerisinde... Bunun da olabileceğini gördük böylece. Şimdi sanırım bir sonraki derse geçebiliriz.



*

Atay, Oğuz; BE 6: Günlük,

İletişim Yayınları, 2003


Belli bir dönemde yazdığı günlük, Tehlikeli Oyunlar ve Oyunlarla Yaşayanlar için bir açımlama diyebilir miyiz, bilmiyorum. Her iki yapıt da çok başka akaklarda seyretti sanırım, ama Atay'ın bakışı içinde...

Onu anlamak ve yitirmek için...


*

Atay, Oğuz; BE 4: Korkuyu Beklerken,

İletişim Yayınları, 2004


Oğuz Atay tıpkı Tanpınar gibi Türk öykü yazınının da başyapıtlarından birine imza atmış (bu benim için bir buluş). Kafkaesk esintiler taşıyan Atay öyküleri bize ve ekinimize çok uzak da değil. Atay'ı değişik yapan bence onun ilk kez bulduğu açı. Korkuyu Beklerken'i Tutunamayanlar’ın altına koyuyorum, sonra Tehlikeli Oyunlar.

Beğeni sıralamam: Korkuyu Beklerken, Bir Mektup, Ne Evet Ne Hayır, Beyaz Mantolu Adam, Babama Mektup, Demiryolu Hikayecileri-Bir Düş, Unutulan, Tahta At.


*

Atay, Oğuz; BE 5: Bir Bilim Adamının Romanı,

İletişim Yayınları, 1987


Atay'ın öneri üzerine Mustafa İnan'ın yaşamını romanlaştırdığı yapıtı başarılı değil. Benimsemeden yazdığı, kendine ait değilmiş gibi duran bir anlatısı. Gerekçeleri kuşkusuz var, ama onun poetikası altına girmez.

*

Demiralp, Oğuz; Kutup Noktası,

Yapı Kredi Yayınları, 2001


Tanpınar hakkında okuduğum en iyi çalışma ve çözümleme. Psikanalizin sınırları içinde duruyor Demiralp ve bu Tanpınar'ı doğru görmesini (tümüyle olmasa bile) sağlıyor. Yazınımızda da eşi bulunmaz bir eleştiri-çözümleme örneği. Zevkle okudum.



*

Soysal, Mümtaz; Çürüyüşten Dirilişe,

Cumhuriyet Yayınları, 1999


Cumhuriyet Gazetesi'nin verdiği Mümtaz Soysal'ın 'Çürüyüşten Dirilişe' adlı yapıtını hemen okudum.

Önemli bir kitap, çünkü ülkemizin siyasal, toplumsal, ruhsal, ahlaki ve kültürel çürüyüşüne ilişkin somut (10) saptamaları ve çözümleri (20) içeriyor. Bildiğimiz şeyleri yinelemesi değil önemli yanı. Bildiklerimizi yararcı ve gerçekçi bir yalınlaştırma ve dizgeselleştirme yöntemi ile kullanılabilir duruma getirerek, tüm topluma (her sınıftan, her türden) bir başlangıç (referans) noktası sunması önemli...

Ve hiç kuşkusuz...teğet geçip gitmeyenler için.

İnanılmaz gürültülerle, köpükler saçarak ve nefretle günlük (sözün en gerçek anlamında) siyasetler üzerine ağız dolusu tartışanların bu tür şeylere gereksinimi yok elbette.


*

Renyi, Alfred; Matematik Üzerine Diyaloglar,

Dost Yayınları, 1999


Renyi (1921-1970) bir Macar matematikçi. Üç bildiriden oluşan yapıt, olağanüstü. Matematiğin felsefesiyle ilgili daha çok.

Üç bölümlü kitabın

1. bölümünde; kurmaca bir Sokrates-Hippokrates diyaloguyla temel matematik kavramları ve matematiğin nesnesi konu ediliyor.

2. bölümde, Arkhimedes, Kral Hieron'la, matematiğin yararı, model kavramı ve barış üzerine konuşuyor.

3. bölümde ise Galileo onu koruyan Bayan Niccolini ile bilimsel yöntem ve matematiğin evrensel açılımı üzerine konuşuyor.

Zevkle okunan bir yapıt. Matematiğe buradan başlamalı işte.


*

Enzensberger, Hans Magnus; Sayı Şeytanı,

Can Yayınları, 1999


Enzensberger'in daha yeni satın aldığım (Mart 99) bu kitabını bir gecede okudum. Hem de zevkle...

İşlevi basit gerçekte. Matematiği çocuklar ve gençler için korkulur olmaktan çıkarmak, sevilmesini sağlamak.

Doğrusu benim yaşıma seslendiği pek söylenemez...se de pek çok şeyi daha iyi düşünebildiğimi söylemem gerek.

Sorun, bu tür yapıtların kitlesine nasıl ulaşabileceği. Okullara, eğitici kadrolara büyük iş düşüyor. Burunlarını saplandıkları boktan (Üniversite sınavları, yarışma ve kazanma, vb.) kurtarmaları gerek. Kendi görüş alanları daraldıkça eğittikleri çocuklarınki bununla kıyaslanmayacak oranda daralıyor.



*

Eagleton, Terry; Estetiğin İdeolojisi, Ed. Bülent Gözkan,

Özne Yayınları, 1998


Eagleton'ın estetik düşüncenin özellikle Kara Avrupası'ndaki felsefi ve ideolojik seyrini ana dönemeçleriyle verdiği bu yoğun yapıt, Türkçe çeviri ve dizgi yanlışları yüzünden okunamaz durumda.

Sonunu bulmak benim için işkence olsa da, Türkiye'de 1980'lere değin Cumhuriyet tarihi boyunca oluşturulmuş ve yükseltilmiş Türkçe dil bilincinin, 1980'lerden sonra Boğaziçi, vb. Üniversitelerinden yetişmiş Yeni Dünya Düzeni bendesi kimi aklıevvel dandiklerce, üstelik insana bunların her yanı solcu-marksist olsa ne olur dedirtecek türden dandiklerce, nasıl da savurganca harcandığını görmüş, buna tanıklık etmiş oldum. Yüksek bir bedel. Yalnızca ve yalnızca berbat ve sorumsuz çevirisi yüzünden daha ilk sayfalarda fırlatıp atmalıydım kitabı bir yana.

Bu (çevirmen) tip zararlı bir tırtıl gibi. Dili, dil bilincini, ulusal düşünceyi yok ediyor ve evrensele ulaşma olanağını da, bağlı olarak, tümden... Yazılarında (postmodernizmin gereği olsa gerek) tutarlılıktan kaçma en belirgin nitelikleri. Öztürkçe bir sözcüğü Osmanlıca bir söylemin içine oturtmak onları tedirgin etmiyor ve buna zenginleşme diyorlar.

Bu saygısızlara ve saygısızlığa dur demek gerekiyor. Bunların akademisyen, ünlü, vb.olmaları hiç önemli değil. Otuzbir çeksinler ama başkalarına çektirmesinler. Herkes sandıkları kadar aptal değil. 



*

Troçki, Lev; Rus Devrimi Tarihi 1. Şubat Devrimi,

Yazın Yayınları, 1998


Troçki'nin bu yapıtı (İstanbul'da Büyükada'da 1932'lerde yazılmış), büyük devrime birinci elden, canlı, renkli, kişisel bir tanıklık. Diyalektik bir tarih anlayışının parlak örnekleri sayfalara yansıyor, bireyler ve kitleler iç içe. Ruhbilim ekonomiyle yan yana. Troçki'nin bir öke (dahi) olduğu (hem eylemde, hem düşüncede) kesin.

Birinci cilt Şubat Devrimi günlerine tanıklık ediyor.


*

Troçki, Lev; Rus Devrimi Tarihi 2. Ekim Devrimi,

Yazın Yayınları, 1998


İkinci cilt Ekim Devrimi’ni değil, öncesini anlatıyor. Acaba devamı yok mu? Stalin eleştirileri ilginç ve önemli.


*

Selkirk, Erol/Rosenblatt, Naomi/Wolvek-Pfister, Shey; Çizgilerle II.Dünya Savaşı,

Milliyet Yayınları, 1999


Milliyet'in çizgilerle dizisi, çocukluğumdan beri çizgi sever olduğum için, hoşuma gidiyor.

Diziye egemen olan anlayış çok tartışmalı olsa da, sonuçta söylenen bunca söz, gösterilen bunca resim arasında doğrunun yakalanma olasılığı hiç de düşük değil.

Çocukların, gençlerin okumaları gereken bir dizi. Ama her şeyi burada bulacaklarını sanmamalı, bu kadarıyla sakın ha yetinmemeli. Bu tür kitaplar başlangıç için iyi, ama handikaplı.



*

Laborit, Henri; Evrenin Oluşumu,

Payel Yayınları, 1998


Araya giren (Avrupa'dan Asya'ya dersem kuşkusuz çok abartmış olacağımı biliyorum) taşınmadan kaynaklanan uzun bir süreden sonra, okunalı epey olmuş bu yapıt(lar) hakkında bir şey söylemek zor olacağı gibi, bayat da olacak, sanırım.

Birkaç alıntıyla yetinmeliyim.

‘Öğreti'nin (ideoloji) başlıca özelliği, ilişkiler toplamının bir alt bütününü betimleyen yapı'nın gerçekte Yapı olduğuna, başka bir deyişle ilişkilerin tümü olduğuna inanmaktır.’ (26)

‘Temel parçacıkların karışık halayında ciddi bir dirimbilimsel yaklaşıma ölçek kuramı olmadan nasıl inanabilirdik?’ (53)

‘Her dirimbilimcinin benimle, canlı varlıkların, o arada kimilerinin taşıdıkları sinir dizgesi ve beyinle içinde yaşadıkları ortamdan kaynaklanan enerji değişimlerini önceden geliştirilmiş bir düzene göre örgütledikleri; en temel parçacıklarından tutun da tümel örgensel varlıklarına varana dek, kendi özdeklerine çekidüzen verenin de bu düzen olduğu görüşünde birleşeceğini sanıyorum.’ (57)

‘Demek ki düşünceyi özdeğe "indirgemek" değil, belki ikisinin de izlerini taşıdıkları başka bir şeye dayanıp dayanmadıklarını araştırmak gerekir.’ (62)

‘Demek ki doğada sahiplenme içgüdüsü yoktur, yalnız haz verici nesne ve varlıkları kullanmanın ya da el altında bulundurma gerekliliğinin sinir dizgesi tarafından deneyimle öğrenilmesi söz konusudur.Yaşadığı alanı koruma içgüdüsü de yoktur, ortada yalnız bir yaşama alanı ve burada birtakim bireyler vardır, bunlar haz veren nesnelerle varlıkları ellerinin altında bulundurmak istemektedirler. Bu davranışlar doğuştan getirilmez, haz çıraklığının sonuçlarıdırlar. Sözü geçen iki birey arasındakı yarış'tan bir egemenlik ilişkisi doğar, bireylerden biri haz verici  nesnelerle varlıkların kullanımını tekeline alır. Hayvan topluluklarında bu çatışmalı ilişki sonucunda astlı-üstlü egemenlik yapılarını doğuran daha karmaşık ilişkilerin nasıl oluştuğunu gözleyebiliriz.’ (70)

‘Bu hala içinde debelendiğimiz dilsel kapakçıktır. İnsan ise, başlangıçta hiçbir şey anlamadığı çevresindeki dünyaya gözatmakla başladı; bu yapısal özelliklerini öğrenerek korunmayı başarması gereken tehlikeli bir dünyaydı. Dolayısıyla, ilkin doğabilimi, ısıl-devinimbilimi ve bunların dillerini, matematiği öğrenmesi gerekti. Sözlü dil ele aldığı nesneyle arasına belli bir uzaklık koyarak, onu alıp birtakım kavramlara götürdü, özgür olduğunu sanmasına yol açtı. Gerçekte, bütün öbür hayvan türleri gibi, o da dirimsel kürenin bir parçasıdır ve onun yasalarına bağlıdır. Hayvan, bu yasalara ayak uydurmazsa, yeryüzünden silinip gider. Buna karşılık insan, elindeki uygulayımın (tekniğin) yardımıyla artık sözkonusu yasalara uymayabileceğini, onları denetleyebileceğini sandı. Ama o arada, başka türlü bir kaygıyla tanıştı, çünkü bilgisizliği ya da -ikisi aynı şeydir- özgürlüğüne inanması çevresini kuşatan dizgeleri, nasıl davranacağını gösteren örgülenme düzeyini bulgulamasını engelledi. Bunun üzerine bunları kafasından uydurdu. Böylece söylenceler, dinler, ahlak anlayışları, devlet yasaları ortaya çıktı. Eylem kurallarına kavuşunca, kaygısını görmezden gelip edimde bulunabilme olanağını buldu; söz konusu kaygı, insan açısından, temel olarak eyleme ket vurulunca belirir; bunun bir çok nedeni vardır, başlıcası bilgi eksikliğidir. Ve yukarıda değindiğimiz söylenceler, dinler, ahlaklar, devlet yasaları bütün insan türü için değil, birtakim saldırgan, yağmacı alt-kümeler için geçerli olmuştur.’(71)

‘Toplumlar her bireye çok küçük yaştan başlayarak,(...) insan denen garip hayvanla ilgili yeterli bilgi kazandırırlarsa, söz konusu bireyin günlük yaşamının başka bir kılığa sokulması olasılığı doğabilir.(...) Kendini artık yalıtılmış duyumsamayacak, zaman ve uzam içerisinde, herkese bağlı sayacak; hem herkese benzer, hem benzersiz, hem biricik hem alabildiğine kalabalık, hem ortak ölçülere uygun hem özel, hem gelip geçici hem ölümsüz, elinde hiç bir şey bulunmadan her şeye sahip bir varlık gibi algılayacak; kendi öz sevincinin ardında koşarken, bütün öbür insanları sevindirecektir.’ (72)

‘"Gizlerin Gizi" (...) Bir olay, bir eylem karşısında bir bireyin, bir kümenin (hem de ne denli önemli ve egemen olurlarsa olsunlar) çıkarıyla sınırlı kalmamayı, incelenen olay ya da eylemin tür, yani insanlık açısından taşıdığı imlemi görebilmeyi sağlar.

‘O zaman, insanlığın bütününden ayrı duruşumuzun, tek bir örgülenme düzeyine, kişisel öykümüzden, edindiğimiz kültür içerisinde yer alan bireysel geçmişimizden dolayı bizi en çok "ilgilendiren" örgülenme düzeyine sımsıkı yapışmamızdan kaynaklandığını anlarız. Örgülenme düzeyinden yola çıkıp "üst" düzeyin "alt"takine yön verdiğini, bireyin insanlık bilincini dile getirmekten başka bir şey yapmadığını inançla savunan kimi anlatım biçimlerinden de çekinirim. Kendini korkuyla, nefretle, kıskançlıkla, soykırımla, bir parçasının canını alarak dile getiren bir insanlık bilinci nasıl da yoksuldur!’ (75)

‘Tecimsel yarışla egemenlik kurma arayışı neden, nasıl yerleşti tarih içersinde? Ve bu nedenle nasılı bilmezken, sonuna yaklaşan şu XX. yüzyılda, insan davranışında herhangi bir değişim umulabilir mi?’ (113)

‘Mühendisler, tek molekülden robotun bütününe dek, biricik varolma gerekçesi kendi robot yapısını örgülenme düzeyleri aracılığıyla ayakta tutmak olacak bir robot gerçekleştirebildikleri gün  insan beyninin gittkçe hünerli bir benzerini değil, sözün gerçek anlamında yapay bir anlağı yaratmış olacaklardır. Eylemde bulunurken temel olarak yalnız kendini düşünmediği sürece, robot kavrayışlı olamayacaktır. Yeni buluşu, sezgiyi, duygusallığı, düşünsel çağrışımları güdüleyen işte budur.

Bilmem kaçıncı kuşak robotlar insan etkinliklerini kuşkusuz allak bullak edecektir. İyi ama, insanını başlıca özelliği saçmalık olduğu sürece, bunlara yapay anlaklar diyebilir miyiz? Üstelik bu durumdan yakınmak gerekir mi bilemiyorum, çünkü insan bilincinin kökü saçmalıktadır. Saçma olduğu için inanıyorum, demişti Tertullianus.’ (120)

İnsan kendi kişisel kurtuluşunu, ölümsüzlüğünü tecimsel olarak ele geçirmeyi düşündükçe, kendinden yeterince çıkmayı, insan dünyasına, acunsal dünyaya karışmayı nasıl başarabilir?

(...)

‘Bugün hala ölüm cezasına yandaş olanlar var. Böylelerinin gırtlağına sarılan acunsal kaygı değil, o daracık, ödüllendirici uzamlarının içerdiği şeyleri yitirme korkusudur.’ (126)



*

Morland, Dave, etc.; 21.Yüzyıl Anarşizmi, Ed. Jon Purkis/James Bowen,

Ayrıntı Yayınları, 1998


Purkis/Bowen'ın Morland vd. yazarlardan derlediği çalışma, anarşizmi güncelleştirme ve bir tür sınama işlevi yüklü. Pek çok yazı tartışmalı olsa da, kimi konularda anarşizmin üretimci uslamlamayı aşan cesareti keşke solun diğer akımlarında da olsa diye düşünmeden geçemiyorum. Onlar ‘şimdi, burada’ diyorlar.

Üçüncü Bölüm'ün ilk yazısı Jon Purkis'in: "Sorumluluk Sahibi Anarşist: Ulaşım, Tüketicilik ve Gelecek". Bu yazıdan bir kaç alıntı yapmak istiyorum.

‘İngiltere'de otomobil her yıl dört bin cıvarında ölüme neden olur; hükümetler ve iş dünyası otomobili toplulukların gereksinim ve sağlıklarının önüne çıkarır; otomobil benzinle, yani her işlenme ve kullanma aşamasında çevreyi kirleten sürdürülemez bir enerji kaynağıyla çalışır ve otomobil sanayii çevreyi korumakla pek ilgilenmeyen çıkar gruplarının elindedir.’ (192)

Yirminci yüzyılın en büyük başarılarından biri olmasına karşın seyahat etme hızımız, kendimize, gezegene ve diğer kültürlere karşı davranışlarımıza zararlıysa potansiyel olarak hayli anti-sosyal de olur. Hızın çoğunlukla hem seyahatin hem tüketimin ortak eğretilemesi olduğu konusunda yorumlar yapan Jay Griffiths, hızın sonuçlarından birinin, üzerinde seyahat ettiğimiz toprak ya da kültürlerden daha çok bir yerden bir yere gitme eylemiyle ilgili olduğu gözlemini yapar.

‘Griffiths, coğrafyacı ve çevreci John Whiteleg'in adlandırmasıyla "yer tikelliğinin kaybı"ndan kaçınmak için seyahatin, arkadaşlık ve sevgi gibi hızı azaltılarak yaşanması gerektiğini öne sürer.’ (204)

‘İnsanlar varmak istedikleri yere varmak için potansiyel olarak mekanı maddeleştirmekle kalmaz, ama çoğunlukla orada olmanın amacı yerli kültürleri yaşamak değil, güneşin altında oturup evde zaten alışık oldukları şeylerin çoğunu tüketmektir.’ (205)


*

Çoruhlu, Yaşar; Türk Mitolojisinin ABC’si,

Kabalcı Yayınları, 1999


Çoruhlu'nun bol görsel malzeme ile destekli yapıtı derli toplu bir el kitabı (kılavuz) niteliği taşıyor. Bu konuda büyük, ama çok dağınık çalışmalar okumuştum (Ögel,vb.)



*

Martin,Hans-Peter/Schuman, Harald; Globalleşme Tuzağı,

Ümit yayınları, 1997


Globalleşme Tuzağı, geleceğin büyük tehlikesine karşı çarpıcı bir uyarı. Aynı zamanda gazeteci olan yazarlar, sanırım der Spiegel'de yayınladıkları yazıları düzenleyip genişleterek bu yapıtı oluşturdular. Kendi önerilerini de on düşünce'de son bölümde toplayan yazarlar, global topluma 20:80 toplumu diyorlar: dünya nüfusunun % 80'ine kendilerini dayatan % 20'lerin toplumu. Bir kaç alıntı:

Yeryüzünde yaşayan insanlar, doğaya böylesine zarar veren bir refahı asla bir daha beraberce yaşayamayacaklar.’ (39)

‘...Şu çıkıyor: ülkedeki hava bozulacağına, dünyanın iklimi değişsin. Bir araba sahibi olmak insana afyon gibi geliyor…

‘Bizde insanın kendi arabasına hayran olma modası geçti, yeni pazarlarda ise bu moda henüz başlamadı. Otomobil sadece ulaşım aracı değil, aynı zamanda sınıf atlamanın simgesi, zenginliğin, gücün ve sözde kişisel özgürlüğün göstergesi. Otomobillerden çıkan zehirli gazlar böylece tüm dünyada denetim dışında kalıyor, bugünkü otomobil sayısının iki katı bir milyar otomobil, tahminen 2020 yılında trafik enfarktüsüne neden olacak.

‘AB yurttaşları, gayrisafi milli hasılalarının yüzde 1.5'ini şimdiden sıkışık trafikte harcıyorlar. Bangkok'da bu oran yüzde 2.1. Bir zamanlar doğunun Venedik'i olan Tayland'ın başkentindeki yolculuklar, iş görüşmelerine giden otomobil sahiplerine her olasılığa karşı arabalarına tuvalet koydurtacak kadar uzun sürüyor. Japonya'daki şirketler, otobanlarda saatler süren tıkanıklıklar nedeniyle, malı zamanında teslim etmek için, müşterilerine rutin olarak farklı yollardan üç kamyon gönderiyorlar…

‘Sanayileşmiş ülkelerin 80'li yıllarda ulaşım ve benzin fiyatları konusundaki tartışmayı asla tutarlı bir biçimde hızlandırmamalarının ve ciddi olarak doğru dürüst bir çevre vergisi hedeflememelerinin intikamı acı olacak.’ (41)

Park yeri bulmak, araba kullanma zevkinin üstüne çıktığından beri, eşitlikçi bir otomobil toplumunun idealleri yok oldu. Yorucu trafik tıkanıklıkları, uzun zamandır bütün insanları eşit kılmıyor. Önceleri bir televizyona, bir otomobile sahip olmak insana statü sunarken, şimdi yeni lüks anlayışını, ne bir taşıta sahip olmak, ne de televizyona bağımlılık ifade ediyor.’ (43)

Verimlilik, ekonominin  toplam başarısından daha çok artıyor. Sonucu şu "jobless growth", yani ek istihdam sağlamayan büyüme. Bir başkasıyla, sermaye ve iş arasındaki güç oranının kökten değişmesi. Savaş heveslisi hükümetlere ve kapitalistlere karşı işci hareketinin propaganda silahı olan "enternasyonalizm", şimdi karşı tarafa hizmet veriyor.’ (118)

Uzakdoğunun gelişme düzeyini yükselten bütün ülkeleri batının ayıp saydığı bir ilkeyi benimsedi: ekonominin her alanında devlet müdahelesini. Ejderhalar, kurbanlık bir koyun gibi uluslararası rekabetin kendilerini kesim masasına yatırmalarına izin vermeden gelişmeyi kontrol altında tutabilecek, Cakarta'dan Pekin'e kadar devlet tarafından yönlendirilen bir kalkınma modeli geliştirdiler. Onlar için dünya pazarına girmek bir amaç değil, dikkatli ve çok düşünerek kullandıkları bir araç.’ (148)

Bu açıdan bakıldığında, dünyanın ekonomik olarak bütünleşme sürecinde ortaya çıkan çatışmaların, kapitalizmin kendisi kadar eski olan paylaşma savaşından başka bir şey olmadığı kesin.’ (156)

Ücretlerin düşmeye başlaması ne yazgı, ne de olasılık. Karşı politikalar da olanaklı, hem de uzun zamandır çok sayıda hazırlanıyor. Gidişi değiştirmede yapılması gereken en önemli şey, emeğin değer kazanması. Ekolojik bir vergi reformunun getireceği muazzam olanaklar konusu, liberal ekonomistlerin bizzat kendi aralarında bile tartışılmıyor. Enerji tüketimini vergilendirme yoluyla  adım adım ve uzun vadede pahalılaştıracak olsa, bu sadece korkunç boyutlara varan çevre kirliliğini de azaltmayacak, aynı zamanda isgücüne olan talebi arttıracak ve otomasyona götüren teknoloji kullanımını da yavaşlatacaktır. Buna ek olarak artan ulaşım masrafları ülke dışına kayan ekonominin iş dağılımına yeni sınırlar getirecektir. Otobanlardaki uçsuz bucaksız kamyon konvoyları, yedek parça depoları olarak artık karlı olmayacaktır.’ (162)


*

Eco, Umberto; Beş Ahlak Yazısı,

Can Yayınları, 1998


Eco sevdiğim bir yazar, özellikle denemelerini seviyorum. Anlatılarını okumadım zaten. Ama özellikle yazınbilim, estetik üzerine yazılarını çok beğenmiştim.

Bu yapıt da 5 denemeden oluşuyor. Güncel konuları işleyen denemeler, savaş, medya, faşizm, inanç, hoşgörü vb. Üzerine.

Kuşkusuz söylem, anlatım biçimi öne çıkıyor.

Özgürlük ve kurtuluş, asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun:"Unutmayın".’ (48)


*

Nabizade Nazım; Ed. Necati Birinci,

Kültür ve turizm Bakanlığı Yayınları, 1987


Birinci, Nabizade Nazım'ın yaşamını, sanatını irdeliyor ve yapıtlarından seçmeler veriyor bu kitapta. Çok iyi bir kitap olduğu söylenemez.

Önemli olan, Nabizade Nazım'ın uzun öyküsü Karabibik'i tam olarak, ama günümüz diline uyarlanmış biçimde vermesi.

Karabibik dolayısıyla yazarı, demek haksızlığa uğrayanların başında  geliyor. Türk yazınını kimlerin gerçekte kurduğunu, buna karşılık kimlerin üstlendiğini anlıyorum. Eğer Nabizade Nazım geleneğine bağlı kalınsaydı, çok daha başka noktalarda olurdu Türk yazını.

Öykü 1891'de yazıldı. Sağlam bir dili, gözlem gücü, kurgusu var.


*

Tepeyran, Ebubekir Hazım; Küçük Paşa, Ed. Oktay Akbal,

De yayınları, 1984


Benim için bir diğer buluş da Tepeyran... Anadolu gerçeğine, 1910 yılında yönelen Tepeyran bakışı da dikkati çekmemiş ne yazık ki. Ama sanıyorum gizli bir damar sürdü o gün bugün , kaynakları açıklanmasa da...

Sanki başka bir dünyanın insanlarıyla karşılaşır gibiyim. Türk yazını deyince çok belli bir çizgiye koşullanmışız anlaşılan.

Evet, oldukça güçlü başlangıçlar, ama arkası gelmemiş... Burada yazarlarımız da sorumlu bence.



*

Fahri, Bekir; Jönler, Ed. Attila Özkırımlı,

İletişim Yayınları, 1985


Bekir Fahri'nin romanı (gerçekte tam olarak oluşmamış) tarihsel tanıklıktan öte bir şey vermedi bana ve sonunu getiremedim.

Mısır, Kahire kent yaşamına ve kentin doğrudan kendisine sadık bir tanıklık.

Tipleri ise yaratılmış roman tipleri değil, o dönemde Kahire'de sürgünde bulunan insanlar, kendi gerçeklikleri içinde varlar, roman gerçeği içinde değil.

Bu roman bir şey öğretiyor. İçinde yaşadığımız gerçekle, roman gerçekliği apayrı şeyler. Bunlar birbirine karıştırıldı mı ortaya doğru dürüst bir şey çıkmaz.



*

Seyfettin, Ömer; En Güzel Hikayeler 1,2, Ed. Rauf Mutluay,

Sander yayınları, 1976


46 yaşında Ömer Seyfettin'le tanıştım. Kimi öykülerini, sanırım en güzelleriydi, biliyordum kuşkusuz. Okul kitaplarında vardı. Ama dizgeli bir biçimde Ömer Seyfettin'le tanışmak ilginçti. İlginçti, çünkü Seyfettin'in kendisi bir ilkörnek (prototip). Bu tip boşlukta kalmış, seçim konusunda tedirgin, inanan ama eylemsiz bir tip. Savaşmış, tutsak düşmüş, bir imparatorluğun çözülmesine tanıklık etmiş bir aydın ve bu tarihsel yük onun için çok ağır. Ezilmiş.

İkincisi Seyfettin'in milliyetçiliğini kendi bağlamında değerlendirmek gerek. Bugünün milliyetçilerinin suç ortaklığından da korumak gerek aynı zamanda. Çöküşe direnen bir adam. Doğru yolu da biraz şansla (çok nitelikli arkadaşları olmuş) ve sezgileriyle yakalamış. Milliyetçi ayaklanmalara karşı savaşırken milliyetçiliği öğrenmiş. İşte Atatürk, bir Tevfik Fikret kadar ona da borçlu olmalı. Onlar belli belirsiz, sisler içinde doğruyu göstermişlerdi: ulusal devleti. Tek sorun ulusal devletin neyi içerdiği konusunda Atatürk denli kesin bir kanıya sahip olmayışlarıydı.

Ömer Seyfettin'in, başka hiç bir şey yazmasaydı da onu büyük (dünya çapında) yapacak bir avuç öyküsü var, özellikle de çoçukluk anılarına dayadığı öyküleri. Güdümlü, kötü öyküleri de çok. Ama bir tek öykü yetebilir.

100 dolayında öykü yazmış. Bana acı veren Anadolu Devriminin başlangıcında ölümü. Ulusal savaşıma katılacaktı sanırım. İttihatçılar kanını içtiler onun ve geriye posa bıraktılar.

Dile karşı tutumu belki de aşılmadı.


*

Seyfettin, Ömer; Efruz Bey,

Bilgi yayınları, 1970


Ömer Seyfettin roman yazmadı. Roman için bazı taslakları (eskiz) var. Bir tip (Efruz Bey) çevresinde kurguladığı öyküler bir araya getirilerek romana dönüştürülmek istendi.

Bana öyle geliyor ki Seyfettin, Efruz Bey'den bir roman çıkaramayacaktı. Bir, yazma disiplini yoktu (hep amatördü), iki Efruz Bey kafasında tam oturuşamadı. Bu tipte geçmişte oldukça başarılı çizilmiş tiplerden (Araba Sevdası, Şıpsevdi,vb) esintiler ağır basıyor. Öte yandan İttihat ve Terakki çevresinde tanık olunan geçiş tipi iyi bir örnek değil. Yeni insanı ise Ömer Seyfettin bir türlü kurgulayamadı.

Ama bu kötü romanda ilginç olan şu ki, tıpkı Zamyatin'de olduğu gibi  gelecek kurgusu toplumsal bir devinim içerisinde anlatılıyor, bence Türk romanında ilk ve tek (?). Siyasal-toplumsal bir bilim-kurgu diyebiliriz bu roman için ve araştırılmaya değer.

Bitiremedim, önemli bölümlerini okumakla birlikte.


*

Kaya, İ.Güven; Ömer Seyfettin,

Altın Kitaplar Yayınları, 1991


Ömer Seyfettin'le ilgili derli toplu, iyi bir kaynak.

Yapıtlarından örnekler ve geniş bir kaynakça içeriyor.


*

Alangu, Tahir; Ömer Seyfeddin. Ülkücü Bir Yazarın Romanı,

May Yayınları, 1968


Benim Urfa-lise yıllarımın bu kitabını, nedense almamıştım Naci İpek'in kitabevinden. Ama hep aklımda takılı kalmış.

Ve 30 yıl sonra İstanbul'da karşılaşma sevinci.

Ülkemizde yaşamöyküsel romanın ilk ve tek örneği. Yaşamöyküsü ağır basıyor.

Ömer Seyfettin'i anlamak için yetmese de önemli bir yapıt. İlk örnek olmanın sıkıntıları görülüyor. Büyük iş,

araştırmacılıkla yürüyor ve bir ekip işi daha çok. Alangu ustaya saygılar. Yaşamının önemli bir bölümünü bunun için harcadı ve iyi etti.

Arkadan gelenlerde iş yok. Böyle güzel bir örnek sürdürelemedi.


*

Caymaz, Onur; Bak Hala Çok Güzelsin,

Doğan Kitabevi Yayınları, 2004


Genç ozanın şiirle ri izlenmeye değer. Anlamlı, etkileyici dizeleri var.


*

Kaygılı, Osman Cemal; Aygır Fatma,

Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997


Kaygılı, tam bir sokak (halk) yazarı... Halk yazınını sokak argosuyla buluşturarak romana aktarmaya çalışmış... Roman demek zor.. Halk yaşamından renkli konuşmalar, sahneler... Başka da hiç bir şey.

Gürpınar'a bağlanabilir bir ucuyla.


*

Kaygılı, Osman Cemal; Çingeneler,

Bilgi yayınları, 1972


Tek özelliği çingene yaşamına canlı ve inandırıcı tanıklık, yoksa ne roman, ne de başka birşey...


*

Baydar, Oya; Erguvan Ağacı,

Can Yayınları, 2004


Oya Baydar'ın son romanının 5.basımına yetişebilmişim. Bunu yazarken 7. basımı çıkmıştı.

İlk izlenimi kusursuzluk olan bu romanı neden kötü, yazındışı, hatta biraz ticari buluyorum. Baydar zeki bir insan. Geçmişine de bağlı biri sayılırım, sevdiğim biri(ydi). Roman yazmasında da bence sakınca yok. Ama birilerinin Türk Yazını dediğimiz şeyde bir birikimle gelinen bir düzey (?) varsa onu koruma konusunda daha kıskanç olması gerekmiyor mu?

Matematiksel, aksamayan, üzerinde çokca düşünülmüş kusursuz olay örgüsü ve kurgu, bir pürüzsüzlük, titiz bir temizlik kokusu, yapay (sentetik) bir tad duygusu veriyor insana. Güçlü bir çözümleyici zeka, iyi akan, okurun ipini yerinde ve peşinden  sürükleyen, gerilimin dozunu uygun ayarlayan böyle bir yapıyı ortaya koyabilir. Romansal gerçekle dışdünya gerçeğini, yayın dünyasının güncel koşullarıyla toplumsal yaşam beklentilerini en uygun zemin ve zamanda işte böyle buluşturabilir. 12'den nasıl vuracağını çok iyi bilen Oya Baydar'da yazınsal yaratıcılık, yazma duygusu yok (ne yazık ki).

Hesaplaşma var, yetmez. Eleştiri, özeleştiri de... Günahların sergilenmesi de... Büyük entrika ise (arkada) olsa olsa polisiyeye çıkarır bizi. Bu da birşey aslında.

70'lerde başlayan ABD kökenli bir yazın geleneği oluştu, ucu bestseller'e çıkan. Türkiye bugün Oya Baydar'larla güncel'i büyük kurgular içerisine oturtup kapsayışı büyük sahte anlatılar yaratabilme gücüne erişti, ama yazının has toprağı değil bu ve has okur bu külü yutmaz. İçeriğin güncele ilişkin hezeyanlarına, etkileyici çağrılara rağmen.

Öte yandan Ayşegül Deveci'nin Kuş Sesine Öykünen'i bir romandı. Bir katkı sayılırdı.


*

Rossi, Paolo; Gemi batıyor, Seyreden Yok,

Dost yayınları, 2002


Rossi, tarih boyunca yine batış eğretilemesi çevresinde ilerleme kavramını sorguluyor. Duruşu sanki biraz postmodern bir duruş...


*

Maurensig, Paulo; Tersine Kanon,

Dost Yayınları, 2004


Klasik bir Viyana valsi gibi başlayan roman bir süre sonra içice kurgusuyla kanonik bir yapı sergiliyor ve modern bir anlatıya dönüşüyor. Kurgunun katlı yapısını Maurensig, anlatı dilinin yalınkatlığıyla dengelemiş. Zevkle okudum.

Sonuna değin okumak gerek.


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Konfüçyüs,

Gendaş Yayınları, 1998


Paul Strathern felsefe eğitimli biri. Özgür takılan, ama kafasını siyasal kalıplardan kurtarmak için düşünmekten çok para kazanmaya yorduğunu düşündüğüm biri. Bence önemli biri değil. Son moda eğilimleri iyi değerlendirip ortalama insanın, karşısında hep aşağılık duygularıyla dolu olduğu felsefeyi uygun bir ürüne dönüştürerek yedirme ve sindirimini sağlama konusunda yardımcılık (ebelik) yaptığını söyleyebilirim. Felsefeye zarar veriyor kuşkusuz. Tüketiciyi yanıltıp kendiyle yetinmesini sağlayarak. İronisine zeka ve yaratıcılık demek ne denli doğru olur bilmiyorum. Felsefe tarihi yaparken Strathern tarihi yapmış bana kalırsa.

Konfüçyüs, bir yönetim ve ahlak felsefesi (anlayışı) peşindeydi. MÖ 551-479 arasında yaşamıştı. Bir dizge kurmadı, kursaydı etkileri günümüze değin gelmeyebilirdi.


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Sokrates,

Gendaş Yayınları, 1998


Strathern'in özelliği filozofları ve felsefelerini yaşamöyküleriyle öne çıkarmak. Sokrates için de aynı şey, bilinebildiğince kuşkusuz. Sokrates  bir gerekçe ya da anlam ardına düşmedi, öncülleri ya da ardılları gibi. O varolanı konuşarak (söyleşme), içinde taşıdığı doğruyu ortaya çıkarmak gibi bir yöntem kullandı. Bir öğretmendi bu anlamda. Sonunda bu yöntemi kendi yaşamını bağladı ve tutarlı kalmak için ölümü seçti. Teatral biri olmalı. İçinden çekip çıkardığını giydi ve sahiplendi. Kendinde varlığın sunduğu yaşam örneğiyle yadsınmasıydı sanırım.

Katalepsi ya da şizoid bir sayrılığı olduğu söylenir.


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Platon,

Gendaş Yayınları, 1998


Sokratesin öğrencisi Platon antik kaynaklara bir toplu yanıttı. Tözden kopan düşüncenin ardına düşerek idea'lara ulaştı. Çünkü eski felsefe arayışları varlığın içinden süzdükleri nitelik ya da niceliklerle dünyayı doyurucu bir biçimde açıklayamıyorlardı. Platon bu eksikli tanımlama çabalarını aştı, öğrencisi Aristoteles'in ilk kez kullandığı metafizik'i (örnek-öte evreni) kurguladı. Dizgelemenin tüm yararları ve sakıncaları da arkasından sökün etti. Belki de herşeyi açıklayan bir şey inağı (dogma) bukaği oldu insanlığa, çünkü bu tarih boyu yücelmenin bir biçimi gibi algılandı yazik ki (ya da iyi ki). Çünkü dizgeleme bir başka açıdan bakıldığında yaratıcı ve insani bir etkinlik, dünyayla başedebilmenin (varkalabilmenin) belki de bilinen tek yolu yöntemi...


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Aristoteles,

Gendaş Yayınları, 1999


Maddenin (evrenin) sınıflandırılmasından Politika (Devlet), Sanatlar,vb. felsefesine Aristoteles sanırım Platon'u (hocasını) öteledi. İdeaları bir sürecin (evrimin) sonuna yerleştirerek bir bakıma erişilebilir kılmış oldu. Her türün kendi içinde içkindi bu (arayış) ve felsefenin önemli yol ayrımlarından birinin uçverisi burada bulunuyor. O zaman her şey kendi doğasını (töz denebilir mi) deneyler ve gerçekleştirmelidir, etik burada devrede. Bu görkemli filozof, şeyin tıpatıp kendi olarak algılanabilmesinin yöntemi olarak mantığı kurdu. Böylece bir şey diğerinden ayrılabildi, bilim olanaklı oldu...


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Descartes,

Gendaş Yayınları, 1999


Aristoteles'ten, hatta Platon'dan beri evren ikiye ayrılmıştı ve bu iki parçayı (fizik-metafizik) buluşturma denemeleri felsefenin başlıca konusu oldu tarihi boyunca. İşin içine her iki parçayı bilince çıkarabilen insan varlığı (özne-tanrı) girince arap saçına dönüyordu herşey. İngiliz deneycileri (Lock, Hume, Berkeley) dış dünya algısından çıkıp neredeyse bilinci mutlaklaştırma noktasına vardılar, ama Descartes, Fransa'dan, ‘o kadar da değil’, deme gereği duydu. Birşey(ler) vardı, en azından herşeyden kuşku duyabilen bir şey. O zaman kuşku duyan (ben) varsa, herşey olabilirdi (Tanrı bile), işin o yanı kolaydı. Peki sorun ne? Bir şey var, öte yanda bu şey hakkında bilinç var, ama köprü (ilk devinim) nasıl olanaklı olabilir? Varlık ötesi bilinç nasıl bir alicengiz oyunu ya da varlıklaşma gözbağcılığıyla maddeye dokunabiliyor, ite(k)leyebiliyor onu.

Tanrı (eğer Tanrı ise) yarattığını varsaydığımız evrene (maddeye) dokunabilir mi, dokunduğunda Tanrı olarak kalabilir mi?


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Kant,

Gendaş Yayınları, 1998


Kant doğallıkla büyük yarılmanın izini sürdü ve bence bir bakıma Aristoteles'e döndü. Varlığı (kendinde; noumena) anlayamayız, nedeni ulamsal usumuz (kategorik aklımız) yalnızca. İnsanda doğuştan ve doğallıkla bir Yaratıcıyı (Tanrıyı) öngerektirecek ulamsal bakış açıları içkin olarak vardır ve ortaktır. Deneyim bilgiden doğar. Eğer biz bu ulamları (nitelik, nicelik, ilişki, zaman, uzam) doğrudan ya da dolaylı olarak deneyimlediğimiz şeylerin dışındaki şeyler üzerinde (örneğin, Tanrı) uygularsak, kendimizi çelişki ve antinomilerin kucağında buluruz. Demek Tanrı’nın varlığı ya da yokluğunu bilemeyiz.

Belki de Tanrı, Pratik Aklın Eleştirisi'nde sözü edilen ulamsal buyruk kipinin  ta kendisi. Bunlar, koşulsuz zorunlu buyruklar doğallıkla. Bir başka buyruğa ilintili değil.

Öte yandan çok kolay, koşulsuz zorunlu ulamdan Tanrı’ya geçiş yapmak. Bir ilk sanatçı.


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Hegel,

Gendaş Yayınları, 1998


Hegel bir açıdan derin yarılmaya son verdi, birciydi o.  Kant bile olağanüstü dizgesiyle ikiliği aşamamıştı. Kendi hiçler imparatorluğunda beylik süren bilincin olsa olsa sıkılmasından ortaya bir tutam madde firlayıverdi ve büyük dans başlamış oldu böylelikle. Hiçin kendini yadsımasının zorunluluğu tartışılabilir, belki hiçin doğasından (eğiliminden)  söz etmek Hegel'e ters gelir, ayrıca rastlantı ve zorunluluk eytişimi daha üst bir açıklama olabilir, şöyle ya da böyle varlık hiçin üzerinde kaydırak yapmaya başlar. Hiç (bilinç) madde aynasında belirirken, madde (oluşum) hiçi içeriklendirir, çizerek var kılar.

İlk ve sona ilişkin mutlakiyet rejimine karşın, bu iki nokta arasında Hegel'in varlık (ve hiçlik) tasarımı ve eytişme yöntemi inanılmaz bir biçimde açık ve geçerli bana kalırsa. Tersini kanıtlayan bir şey ben duymadım.


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Shopenhauer,

Gendaş Yayınları, 1998


İstem ve Tasarım Olarak Dünya. Varlığın kökünde Kant'ın noumenası değil kör bir irade var, anlamsız ve isteme dayalı. İstem ulamların ötesinde ve anlaşılmazdır. Bu nedenle anlamsız iradenin sürüklediği berbat bir evrende acı içerisinde yaşarız.

Bir kurtuluş varsa eğer, bu kör iradenin insanoğlunda arzu kılığındaki belirişinden sıyrılmakta olmalı.

Şunu kaçırmamalı: Schopenhauer'le birlikte felsefe öznelleşiyor, bireysel olarak yaşanabilir oluyor.


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Nietzsche,

Gendaş Yayınları, 1998


Nietzsche'nin çıkış noktası Schopenhauer'di (irade). Ondaki kör irade olarak beliren Tanrı, Nietzsche'de ölür. Ta ki tüm insanlarda bir Tanrı belirinceye dek. Anlaşılacağı üzere Tanrı’nın yitirdiğini, 'gücü' isteyerek insan yakalar(malı). Nietzsche bunun şiirini yazar bir bakıma. Köle isteminin yerine erk istemini geçirir. Yaşamak için savaşmak değil, egemen olmak için savaşmak.

Strathern Nietzsche'yle birlikte Dostoyevski ve Hesse'yi de fena harcıyor.


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Kierkegaard,

Gendaş Yayınları, 1999


Varoluşun anlamı tıpkı Platon öncesi Yunanda olduğu gibi yeniden sorgulanmaya başladı Kierkegaard'la birlikte ve felsefe öznelleşti iyiden. Yaşamımızı yaşayabileceğimiz iki yol var: etik ve estetik. Her ikisi arasında bilinçli bir seçim yapılabilir ve sorumluluk da bu seçimle birlikte başlar. Estetiği seçen kendi ve zevkini seçmiş olur. Estetik seçiş deneyseldir. Yetersizdir, dış dünyaya bağlıdır. Bağımlı, rastlantıya açık, edilgendir. Kesinlik ve anlam yitmiştir. Bu umutsuzluk türlü yol yöntemle bastırılabilir, hatta trajedi kahramanı olmak olası bu bastırmalarla. Bu toplumsal olarak kendini kandırmadır. Kierkegaard işte bu umutsuzluğun dipsiz noktasından, kendini kandırmanın katmanlarını bir bir kaldırarak bizi kurtarmaya çalışır. Kurtuluş bilinçli seçim ve sorumluluktu: derinden ve içtenlikle dilemek, yani etik tutum: kendini bilme ve daha iyi bir şey durumuna getirme. Bu içseldir. Etik estetikle eytişir ve gerçek yol, dinsel tutum belirir: tüm olası gerekçelerin ötesine atlayış. Tansık. Etik standartların ötesindeyiz.

Varoluş büyük bir risktir. Seçtiğimiz yolun doğruluğundan emin olamayız. Bunu ayrımsayan kişi acı çeker. Varoluşun hiçliğini görür ve umutsuzca atılır, yaparız kendimizi. Mutlak özgürlüğün karşısında dehşettir payımıza düşen. Yapabileceğimizi bilmenin dehşeti...


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Sartre,

Gendaş Yayınları, 1998


Varolusçuluğu alenen kabul eden ilk kişi olan Sartre, Kierkegaard'dan çıkar. Hakikat ve deneyimi ayrı düşünemiyen Kierkegaard, felsefenin kesin bilim olduğu düsüncesini yok etmişti. İnsan varoluşunun mantık ötesine yapmıştı vurgusunu. Öznellik gerçeklikti. Felsefenin amacı varoluşu aydınlatmaktı. Dolayısıyla varoluşu üzerine düşünen, bilinç olma çelişkisinden de kurtulamıyordu. Ama bir olasılığı deneylemek'te (kaygı pahasına) ısrar etti.

Husserl usçuluk ve deneycilik çelişkisine yöneldi önce: varsayım ve kuramdan önce gelen bilincin işlenmemiş kısmının çözümlemesi... Fenomenoloji. Kişi deneyimin mutlak görüngülerine karar verebilir ve deneyimin görüngülerini olduğu gibi deneyleyebilir.

Bu noktadan hareket eden Sartre, zorunluluğun zihinsel olduğunu söyledi (olumsallık). Biz zorunlu olanı gerçeğe yükleriz.

Ve özgürlük-sorumluluk-seçme-eylem felsefesi.

1927. Heidegger: Sein und Zeit. Dünyanın asla bağımsız gözlemcisi olamam. Dünyanın ortasında varolan bir varlık olduğumun farkındayım (Da-sein). Kişi varlığının sınırlı olduğunu kavradığında (ölüm bilinci) varlığı anlamanın yolu açılır.

İşte Sartre, Heidegger'in varlığa ilişkin derin çözümlemesini eyleme dönüştürmeyi başardı.

Varlık ve Hiçlik: Varlık bilinci (hiçi) doldurur.

Ya bir korkak gibi yaşayacağız, ya da saçma olduğunu bilerek seçeceğiz. Etiği ve toplumsal düşünceleri bu noktada filizleniyor Sartre'ın.


*

Strathern, Paul; 90 Dakikada Wittgenstein,

Gendaş Yayınları, 1998


Felsefeyi mantığa indirgeyen bu mantıksal olgucu için Strathern'in yapıtı kuşkusuz yeterli olamıyor. Felsefesi ayrı ve belki de çelişik iki döneme ayrılan Wittgenstein mantık felsefesinden dil felsefesine geçiyor.

Tractatus'un son tümcesi şöyle:

"Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı."


*

Anderson, Perry; Postmodernitenin Kökenleri,

İletişim Yayınları, 2002


Postmodernizm hakkında en iyi baslangıç kitaplarından biri. Eleştirel tarihi içinde saptamalar...


*

Hoodbhoy, Pervez; İslam ve Bilim,

Cep Kitapları, 1993


Pakistan'lı nükleer fizikçi Hoodbhoy'un İslam ve bilim arasındaki ilişkiyi sorgulayan bu laik girişimi yetersiz olmakla birlikte öğreticiydi. Yöntem üzerinde durması ayrıca anlamlıydı. İslamda reform gereği açık.


*

Burke, Peter; Bilginin Toplumsal Tarihi,

Tarih Vakfı yayınları, 2001


Bu emek ürünü çalışma; bilginin Avrupa'da 15-19. yüzyıl arasındaki ortaya çıkış, görünüş, amaç, derlenme, sunulma, işlev ve bunlar için gerekli politika, arşivleme, kütüphanecilik, baskı ortamları, enformasyon, istatistik, vb. konuları somut tarih kavrayışı içerisinde düzenliyor. Müthiş bir okuma deneyimi.

Bilgi Sosyolojileri ve Tarihleri başlıklı girişi Bilgiyi Sahiplenmek, Kurmak, Yerleştirmek, Sınıflandırmak, Denetlemek, Satmak, Edinmek, Bilgiye Güven ve Kuşku bölümleri izliyor.


*

Burke, Peter; Tarihin Görgü Tanıkları,

Kitap Yayınları, 2003


Ünlü İngiliz tarihçi, tarih bilimiyle ikonoloji arasındaki ilişkiyi imgenin tüm biçimleri açısından sorgulayarak kesin yasalara ulaşamasa da (doğal olarak) tarihin yorumlanmasında çevren (ufuk) genişletici bir yaklaşımın olanaklarını sergiliyor (bol, özellikle görsel örnekle). Panofsky bu yaklaşımda önemli bir kaynak kuşkusuz. Panofski'ye göre üç anlam düzeyine denk düşen üç yorum düzeyi şöyle:


1.düzey (üst): doğal anlam

2.düzey (orta): uzlaşımsal anlam

3.düzey (dip): ikonolojik yorumlama (içsel anlam)


Sonuç:


1.İmge doğrudan toplumsal yaşama değil, o dünyaya dönük çağcıl görüşlere erişim sağlar.

2.İmgelerin tanıklığı bir bağlamlar dizisine yerleşmek zorundadır.

3.Bir dizi oluşturan tasvirler tekil imgelerden daha güvenilir tanıklık sunar.

4.Metinlerde olduğu gibi imgeler alanında da tarihçi satır aralarını okumak zorunda.


*

Coles, Peter; Einstein ve Tam Güneş Tutulması,

Everest yayınları, 2000


Einstein'ı Özel Görelilik Kuramına götüren sürecin çözümlemesi.


*

Coles, Peter; Hawking ve Tanrının Aklından Geçenler,

Everest Yayınları, 2001


Coles, Hawking üzerindeki medya vurgusunu eleştiriyor ve Newton’a, Einstein'a yapılan haksızlığa değiniyor yazıda. İlginç bir yapıt.


*

Trifones, Peter Pericles;Umberto Eco ve Futbol,

Everest Yayınları, 2004


Sanırım Eco'nun kendisini okumak, Pericles'i okumaktan daha zevkli ve anlamlı olur.


*

Safa, Peyami; Sözde Kızlar,

Ötüken Yayınları, 2000


1923'te yayınlanmış ilk romanı Safa'nın. Safa'nın kişisel ve dalgalı ırasına (karakter) ilişkin ilk ipuçlarını taşımasına rağmen, kötü bir ilk roman. Pis ahlakçılığı, tiplerine yaşam hakkı vermiyor.

Anadolu'yu İstanbul'a karşı diken Safa henüz temel kavram çiftlerini geliştirememiş... 1950'den sonra sürekli kendini yalanlamasına daha çok var.

Bu romanın en önemli yanı, Nazım Hikmet'e ithafın ve önsözün ilerki baskılarda kaldırılması, bazı sözce ve bölümlerin çıkarılmış olması... Bu yazarın mı, tüm yayın haklarını alan Ötüken Yayınevinin mi marifeti bilmiyorum. Ama meslek ve yayıncılık namusu en azından açıklama gerektirirdi.


*

Safa, Peyami; Dokuzuncu Hariciye Koğuşu,

Ötüken Yayınları, 1986


Bu roman yalnızca Peyami Safa'nın değil, Türk roman yazınının da en önemlİ yapıtlarından biri.

1937'de yayınlanan roman tümüyle özyaşamöyküsel... Bana kalırsa sonradan romana dönüştürülmüş...

Başarısı ruhun derinliklerine ve şeytani yansımalarına cesaret ve dürüstlükle girebilmesi ve olayı bırakıp iç dünyanın dışa tepkilerini buna uygun anlatım teknikleri de geliştirerek verebilmesinde yatıyor. Anlatım tekniği konusunda bu ilk denemesindeki özgünlük bence sonrakilere oranla kendiliğindelikte... Sonraki yapıtlarında bu teknik üzerinde ayrıca da düşünüyor ve iç disiplin öne çıkıyor (tekniğe ilişkin).

Toplumcu yazınımızda diyalog kurma becerisi Peyami Safa'ya oldukça borçlu anlaşılan. Sokak, tüm çıplaklığıyla yapıtında Safa'nın.

Kadının karşısında yazarın ve erkek kahramanlarının aşağılık duygularının başlangıç noktası da buralarda aranabilir.

Peyami Safa şimdilik toplumcu.


*

Safa, Peyami; Fatih-Harbiye,

Ötüken Yayınları, 1999.


1931'de yayınlanmış yapıtın 19. basımı. En çok basılan yazarlarımızdan.

Safa giderek kendi kavram çiftlerini geliştiriyor. Geleneksel Doğu-Batı sorunsalını oldukça kendine özgü bir biçemle öne çıkarıyor. Bu çatışmayı aynı söylem içerisinde yineleyen geçmişiyle hesaplaşıyor, yeni bir paradigması yok, yeni bir ifadesi var. Bu da onu özgün yapmaya yetiyor. Ama doruktan (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'ndan) sonra iniş başlamıştır ve hep sürecektir ne yazık ki ve her anlamda... Kişisel yozlaşma, takınakların dogmalaşması, züppelik, vb.

Peyami Safa'ya sahip çıkan sağcılara, milliyetçilere şaşmak gerek (ama aynı şey Ömer Seyfettin, Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, vb. için de söylenebilir) ve sahiplenmeyen solculara da... Bu kadar kaypak bir kişilik ateşle oynatır insanı...

Fatih gelenek ve doğu, Harbiye ise modernlik ve batı... Berna Moran'ın dediği gibi artık omurga çatılmış, anlatı bu omurga üzerine etlenecek.

Tiplemeler bu şemaya uyacak. Yapıt gücü içindeki güçsüzlüğünü giderek zavallılaşan bu yaklaşımdan alacak... Saldırgan P.Safa, militan tutumuyla ruhsal sayrılığından enerji alan canlı sanatsal yaratı arasında gerilecek. Geleneğin içindeki erkeğe hayran Safa, kadını küçük görecek, buna karşılık geleneği seçen modern kadın bireşimi onun çözümü olacak.

Safa'nın sorunu birikiminin fazla kendinden menkul olmasındaydı bence.


*

Safa, Peyami; Bir Tereddüdün Romanı,

Ötüken Yayınları, 1998


1933 ilk basım. 14. basımını okudum.

Safa'nın önemli romanlarından. Fatih-Harbiye de öyleydi.

Bu roman anlatım tekniğiyle (içiçe anlatıcı) bugün de bence aşılamamış...

Safa'da şöyle bir şey var, ruhsal yapısına da uygun. Madde pistir, maddenin dibine kadar in, pisliği mide bulandıracak düzeyde duy ve duyur. Sonra pisliğin aralıklarında iyi olana işaret et ve kadını seçim yapmaya zorla... Erkek herşeyi deneyebilir kuşkusuz, ama kadın için iki seçenek var. Peyami Safa'yı seçmezse (son derece etkileyici, canlı anlatılarla) yeri pisliğin içinde...

Bu roman öte yandan bohemin de romanı, yani Peyami Safa'nın...


*

Safa, Peyami; Biz İnsanlar,

Ötüken Yayınları, 1998


1959'da basılmış ilk kez ve 12.baskısından (1998) okudum.

426 sayfa roman.

Safa için kendinin (temel tema ve çatışmalarının) çok da başarılı olmayan bir yinelemesi...

Safa artık başka noktalarda. Geçmişinden çıkmış, ama kurgulama, anlatım gücü konusunda kendini geliştirmiş diyemeyeceğim, daha rahatlamış...

Bu kez modernite bulaşık kadın kahramanı (Vedia) seçim yapamıyor ve ölüyor.

Bu da bir çözüm.

Öte yandan uzun uzun sosyalizm eleştirileri, Marksizme sözüm ona yüklenmeler, çocuksu olmakla birlikte bizim okuyan sağcımızın beynini biçimlendiren sanırım ikinci kaynak (Necip Fazıl'dan sonra). Üzülmemek elde değil bu sığlık ve despotik inandırıcılık için.


*

Safa, Peyami; Matmazel Noraliya’nın Koltuğu,

Ötüken Yayınları, 1999


1949 ilk basım. 1999'da 19. basımdan okundu.

Safa'nın ilginç ve kötü romanlarından bence. Gerilim kurma alışkanlığı (polisiye ucuz romanlar da yazdı Safa) 'meçhul'le birleştirilerek modern (rasyonel) bilime gereken ders veriliyor. Oysa Safa şimdi yaşamalıymış... Postmodernizm onun için biçilmiş kaftandı, ama acele etti.

Karanlığın, gölgelerin cinsel göndermelerle yeraltı'na işaret ettiği bu romanda Safa sanıyorum ikinci elden Dostoyevski'leşiyor, bu da onu gülünç olmaktan korumuyor açıkçası.

Anlatım tekniği açısından Türk romanının önemli yapıtlarından biri sayılmalı.

Militan tavır romanı zedeliyor, ama bu tutumun doruk noktası, son romanı:Yalnızız.


*

Safa, Peyami; Yalnızız,

Ötüken Yayınları, 1999


1951'de yayınlanan romanın 14.basımı:1999.

Sağın da sanırım en sevdiği romanı (önsöze bakınız).

Temel çatışmasını yineleyen Safa biraz değişik olarak erkek kahramanına ütopyasını da çizdiriyor, derin mi derin felsefi ve ruhbilimsel çözümlemeler eşliğinde.

Bana öyle geliyor ki Peyami Safa kendinde, Ortaçağ simyacılarına özgü bazı olağanüstü güçler, yetenekler görüyor.

Bu yazar Türkiye için hem bir kazanç, hem de bir kayıp yazık ki...


***

Mollon, Phil; Freud ve Sahte Anı Sendromu,

Everest Yayınları, 2001


Bastırılmış anıları açığa çıkarma tekniklerini Freud bağlamında haklı olarak tartışıyor Mollon ve Freud mitolojisi bir darbe daha alıyor.


*

Kür, Pınar; Hayalet Hikayeleri,

Everest Yayınları, 2004


Uzun bir aradan sonra yazan Pınar Kür sanırım kendisinin taşıdığı bir anlatı geleneğini zekice bir kurgu üzerine başarıyla oturtuyor. Öykülerde bayağı yerine kullanımdaki sesleniş olan bayağ sözcüğü dışında genel olarak yapıtı iyi bulduğumu söylemeliyim. 2004'ün en iyi kitaplarından biri bence. Hayalet motifi üzerinden, gürültü koparıp toz kaldırmadan has bir yazara özgü yaklaşımla Kür, ülkemiz insanının travmasına dokunabiliyor. Bu Türk anlatısında kişilik yarılması ya da kırılmasının ilk olmasa da güncel örneklerinden. Yaşamımımızdan yakaladığı birşey var Kür'ün.


*

Korkmaz, Ramazan; Sabahattin Ali. İnsan ve Eser,

Yapı Kredi yayınları, 1997


Ramazan Korkmaz'ın doktora çalışması. Akademik, sınıflandırıcı, ruhsuz ve yetersiz bir çalışma.


*

Karay, Refik Halit; Memleket Hikayeleri, Ed. Ender Karay,

İnkilap Yayınları, 1999


Refik Halit Karay gerçek bir keşif... Türk yazınının bence önemli bir damarı (birkaç damardan biri) ondan geliyor. Roman nasıl Uşaklıgil'e borçluysa, öykümüz de (özellikle gerçekci öykümüz) Karay'a borçlu... Bazı öyküler başyapıt ve bugün bile düzeylerine ulaşılabilmiş değil. Aziz Nesin gökten zembille inmemiş demek... En mutlu okumalarımdan.


*

Karay, Refik Halit; Gurbet Hikayeleri ve Yeraltında Dünya Var, Ed. Ender Karay,

İnkilap Yayınları, 1997


Yalnızca Gurbet Hikayeleri okundu. Bazı öyküler olağanüstü... Karay'da öğrenilmiş değil, kendiliğinden gelen bir anlatma, görü gücü var.

Büyük yazar.


*

Karay, Refik Halit; İstanbul’un Bir Yüzü,

İnkilap Yayınları, 1997


Karay'ın dikkate değer romanlarından sayılmasına karşın okuyamadım. Öte yandan epeyce piyasa romanı da yazmış... Biraz, Ömer Seyfettin'in Efruz Bey'ini anımsattı nedense.


*

Girard, Rene; Romantik Hareket ve Romansal Hakikat,

Metis Yayınları, 2001


Girard'ın bu tartışmalar yaratmış yapıtı hiristiyanlığın yazına bakışına bir örnek denebilir. Koçak ve Metisin bunu gözden saklama  çabalarına ne demeli.

Özne, nesne ve dolayım üçlüsü arasında eleştirel anlayışını kurgulayan Girard, romantizmi dolayımı dışlamak, özne ya da nesneyi mutlaklaştırmakla suçluyor, bir biçimde dolayıma gönderme yapan yazarları da (Stendhal, Dostoyevski, Cervantes, Proust, vb.) özellikle kurtuluşçu, dönüşümsel ve arındıran roman bağlamalarıyla ululuyor, bir tür gizli çilecilikle kutsuyor romanı.

Doğrusu Girard'ı tartışmalı buluyorum.


*

Girard, Rene; Şiddet ve Kutsal,

Kanat yayınları, 2003


Bu çarpıcı yapıtın soldan bir eleştiriye gereksinimi var.

Kavrayıcı, evrensel denebilecek tezinin kandırma yeteneği, eleştirel gücü öylesine yüksek ki, henüz girmediği (çözümlemesine katmadığı) alanlarda, örneğin tek tanrılı dinlerde yatıştırma düzenekleri, toplumsal evrim ve devrimlerde evrensel şiddetin yeri vb. de de söyleyebileceği çok şey var, daha kötüsü yerini doldurabileceği.

Rene Girard'ın Freud'a, Levy-Strauss'a yönelttiği ve çoğuna da katıldığım eleştirilerinin arkasında, mitoloji, trajedi ve antropolojik anlatıları da yedeğine alarak biçimlendirdiği temel tezi yalın: Eğer dil, anlatılar, ritüel, din, ekin (kültür) olmasaydı insanlık çoktan yokolmuştu. Bunun anlaşılabilir biricik kaynağı da taklit arzuya dayalı şiddetin öncelligi.

Özetlemek yerine birkaç alinti yapmakla yetinecek, bu önemli çalışmanın altını yeniden çizmekle yetineceğim.

Necmiye Alpay çevirisinin başarısına değinmeden geçemeyeceğim.

Kurban sunumu, topluluk içindeki gerilim, kin, rekabet ve karşılıklı saldırı konusundaki her tür kararsız duyguyu tüm toplulukça kurbana aktarma işlemidir.’ (10)

Kurban bunalımı, yani kurban geleneğinin yitirilmesi, kirli şiddet ile arındırıcı şiddet arasındaki farkın yitirilmesidir. Bu fark yitirildiğinde, artık arınma olanağı kalmamıştır, kirli, bulaşıcı, yani karşılıklı olan şiddet, tüm topluluğa yayılır.’ (66)

Mitosların, kurban bunalımlarından doğduğunu, bu bunalımların geriye dönük biçim değiştirmelerinden, bunalımın doğurduğu kültürel düzenin ışığında yapımış birer yeni yorumdan ibaret olduklarını düşünebiliriz.’ (90)

Baskılanmış olan, baba katli ve ensest arzuları değil, fazlasıyla görünür durumdaki bu izleklerin arkasına gizlenen şiddet ile, ikame kurban mekanizması sayesinde bertaraf edilip gizlenmis olan o topyekün yok olma tehditiydi.’ (118)

Kurbanın her tür kötücül şiddeti üzerine çekerek, ölümüyle bu şiddeti iyicil şiddete, barışa ve berekete dönüştürmesi gerekiyor.’(133)

Ayinsel düşünce kendi kendisine verdiği hem net hem de bulanık görevin altından ancak şiddetin zincirlerinden bir miktar boşanmasına izin vererek kalkabilmektedir; tıpkı ilk seferindeki gibi ama öyle fazlasına kaçmadan...’(139)

Modern budunbilim ensesti hemen her zaman bağlamından yalıtmıştır; ensesti anlayamamaktadır, çünkü ensestte özerk bir gerçeklik, çevresine göndermede bulunmaksızın kendi başına anlam taşıması gereken bir büyük yanlış görmektedir. Psikanaliz bu hatasında ayak diriyor...’ (158)

Peygamberce esinlenmenin kurban bunalımından ileri gelmesi...’ (189)

Demek ki dinsel demek 'yararsız' demek değildir. Dinsel inanç, şiddeti insani olmaktan çıkarmakta, insanı kendi şiddetinden korumak için elinden şiddetini almakta ve bu şiddeti aşkın ve sürekli bir tehdit durumuna getirmektedir.’ (192)

Tanrılık için yarışmak bir hiç için yarışmaktır: şiddet bir kez dışarı atılıp tüm insanlardan kesin bir biçimde uzaklaştı mı, tanrılığın aşkınlık dışında gerçekliği yoktur. İsterik bir rekabetin doğruca tanrısallık doğurması olanaksızdır. Tanrı, oybirliğine dayalı şiddet aracılığıyla oluşmaktadır.’ (204)

İkame kurban olmasa, belirli bir doruğun ötesinde şiddet de kültürel düzene dönüştürülmese, her tür toplumsal varoluş olanaksızlaşırdı. Demek ki, bütünüyle yıkıcı olan karşılıklı şiddet kısır döngüsü, yerini ayinsel, yaratıcı ve koruyucu bir şiddete bırakmaktadır.’ (205)

Arzu temelde taklit eder (mimetiktir), örnek aldığı bir arzuya göre biçimlenir ve o örneğin seçtiği nesneyi seçer.’ (207)

Taklit eğilimi, arzuyu bir başka arzunun kopyası durumuna getirmekte ve kaçınılmaz olarak rekabete yol açmaktadır. Rekabet ise arzuyu bir başkasına yönelik şiddete dönüştürmektedir.’ (239)

Yasakların toplumsal bir işlevi vardır: İnsan toplulukların içinde çocukların yaşamlarını sürdürebilmesi ve kültürel kalıta uygun bir eğitim alması gibi insanın insanlığını oluşturan tüm işlevler için kesinlikle vazgeçilmez bir koşul olan o şiddetsiz ve korunmuş bölgeyi yaratmak(...) Bireysel biyolojik mekanizmanın yerini, kolektif ve kültürel bir mekanizma olan kurban sunumu almıştır. Dinin bulunmadığı toplum yoktu, çünkü din olmadan toplum olmak imkansızdır.’ (314)

İlkeli küçümsemek, sürüp giden ilkellikten, yani ikame kurbana karşı sonsuzca uzatılmış bir yanlış anlamadan başka bir şey değildir.’ (338)

Kurucu şiddet, insanların değil, kendi kendini dışarı atan, topluluk kendi başına varolsun diye çekilmeyi kabul eden kutsalın işidir.’(386)

Tanrının beslenmesi savsaklanırsa, sonuçta zayıflayacaktır; ama acıkıp öfkelendiği için, eşi görülmedik bir acımasızlık ve kıyıcılıkla gelip besinini insanların içinde kendisinin araması olasılığı da vardır.’ (384)

Ayinlerden amaç herşeyin olduğu gibi sürmesini sağlamaktır. Bu nedenle hep o sabitleyici ve kültürel istikrar getirici modele başvurmaktadır ayinler: ikame kurbana karşı ve onun çevresinde yoğunlaşmış, oybirliğine dayalı şiddetten oluşan model.’(405)

Gerçekten güçlü olan ve gücü heyecan veren her sanat yapıtı, hafifçe bile olsa, şiddeti hissettirmesi ve şiddetin yapabileceklerini farkettirmesi açısından bir kabul töreni özelliği taşır; sakınımı özendirir, kibirden vazgeçirir.’ (422)

Baba katli ve ensest arzusu, çağımızda şiddetin, kendini açığa vurması artık daha fazla gecikemeyecek olan bir şeyi biraz daha saklamak için burnumuzun dibinde salladığı son kültürel çıngıraktır.’(452)

Bizim oyunlarımız, kutsal olmaktan az ya da çok çıkarılmış ayin geleneklerinden başka bir şey değildir. (...) Huizinga'nın tezini tersine çevirmek gerekir: kutsalı kuşatan oyun degil, oyunu kuşatan, kutsallıktır.’ (454)

Yorum hep yanılıyor. Sonsuz zamanın içindeyken her an hakikati kavradığına inandığında, yanılıyor. Sonsuz zamanın içinde yer aldığını söylemek için sonunda hakikatten vazgeçtiğini söylediğinde yine yanılıyor. Yorum, yerine getirdiği ayin işlevini en sonunda hissedecek olursa, işlevin günışığına çıkmış olması yerine getirilemeyeceği anlamına gelecektir aynı zamanda. Çevremizde bu durumu gösteren işaretler çoğalıyor.’ (465)

Kutsaldan diğer toplumların tümünden daha çok, kurucu şiddeti 'unutacak' ve tümüyle gözden yitirecek ölçüde çıktıktan sonra yeniden bulacağız o şiddeti; temel şiddet, yalnızca tarih düzleminde değil, bilgi düzleminde de göz alıcı bir biçimde yeniden üstümüze geliyor.’ (467)


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 14: Harabelerin Çiçeği,

İnkilap Yayınları, 1999


Reşat Nuri okumasının ilk yapıtı. Batı etkileri taşıyan romantizmin hastalıklı olmayan bir yazar duyarlığıyla belirişi olan bu romanla Güntekin'in de anlatım tekniği konusunda araştırmaları başlıyor. O güne kadar bunun üzerinde duran (bilinçli olarak kuşkusuz, yoksa ilk romancımız Ahmet Mithat'ı atlamamak gerek) başka bir yazarımız yok bence. Biçemden ve önceki büyük biçem ustalarından söz etmiyorum.

Reşat Nuri'nin pek çok anlatısında anlatıcı öykünün dışında ya da üstünde. Anlatıcı, üst anlatıcıya anlatıyor. Bu da ikinci sınıf batı yazını etkisine bağlanabilir.

Bu kurguyu rahatlatıyor (dolayısıyla yazarı).

Çirkinliği yüzünden yaşamdan sürülmüş bir insanın öyküsü Harabelerin Çiçeği. Okurun duygularına doğrudan sesleniyor.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 1: Çalıkuşu,

İnkilap Yayınları, 1993


Güntekin'in bu ünlü romanı ilk yapıtlarından ve bir ilk yapıt olarak başarılı. Yer yer çok yapaylaşan konuşmalara (diyalog) rağmen. Diyalog kurgusunda oldukça başarılı Güntekin, Kurtuluş Savaşı yıllarını İstanbul'da geçiriyor ve 1930'lara kadar yapıtlarında (neredeyse 10 kitap) pek renk vermiyor. Ama Anadolu’dan yana olduğu seziliyor.

Bu hit roman yalınlığı, duygusal tonu, sıradan insanları konu edinişi ve Anadolu'ya açılışı açısından ilgi çekti. Romantizmin pek de yaratıcı olmayan bir biçimde etkileri izlenebiliyor. Öykü kişisellikten kurtulamıyor, derinlik kazanamıyor. Ama metin rahat akıyor (Güntekin bunda başarılı). Gölge oyunu etkisi bırakıyor okuyanda. Güntekin bir yandan Anadolu gerçekciliğine, ama öte yandan marazi romantizme (Kerime Nadir, Karakurt, Tuğcu,vb.)  yolu açtı sanırım.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 2: Dudaktan Kalbe,

İnkilap Yayınları, 2000


21. baskısını yapmış roman. İnkilaPın elinde yokedilen yazarlardan biri de Güntekin...

Dudaktan Kalbe'de romantizm aşılmak bir yana, derinlikten yoksun bir biçimde sürüyor. Kibirli bir gencin öyküsü (gel de Dostoyevski'nin Delikanlı'sını anımsama, Julien Sorel'i de).

Yaşamın acıklı ve sıradışı çizgisi yüzeysel bir duygusallıkla dile geliyor bu romanda. Yer yer sıcak, inanılmaz güzellikte ve gerçeklikte sahnelere rağmen ve bunların çok da seyrek olmamasına rağmen, bu romantik soyutlama nereden geliyor? Bence yazarın iyiyürekliliğinden, yüklendiği iyicil görev duygusundan ve kurgudan. En gerçekci sahneler bile birbirlerine ulandığında romantik bir dokumaya dönüşüyor.

İlginç bir şey: Güntekin'le birlikte kişilerin kökeni İstanbul, coğrafyası genellikle Anadolu. Bu, romanda bir çatlama sayılabilir.

Örneğin, Karay'ın Anadolu'sunda Anadolulular var (yine genellikle).


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 10: Damga,

İnkilap Yayınları, 2000


22.baskı. Toplumun damgaladığı bir insanın bu lekeyi ne yapsa temizleyemediğinin acı öyküsü Damga. Toplumsal boyut devreye giriyor. (Karşılaştırmak için bir örnek: Hawthorne’un Kızıl Harf.)

Yaşamdan gerçekci sahneler ve yanılsama. Kuruntular...


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 4: Akşam Güneşi.

İnkilap Yayınları, 1998


Bir şey var. Güntekin, tüm yazarlık yaşamı boyunca Feride (genç kadın) tipiyle uğraştı. Yarattığı birkaç tipten en önemlisi bu tip, bir yerde Feride, öbür tarafta Jülide, vb. Romantizmin ağır etkilerini daha bayağılaşmış olarak sürdürüyor Akşam Güneşi. Hala klişeler aşılabilmiş değil. Gerilim (romantik) belli kurgularla sağlanıyor (bunlar ortalama okuyucunun beğeni düzeyiyle yakından ilişkili).

Ama Güntekin için bir ermiş diyeceğim neredeyse.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 12: Gizli El,

İnkilap Yayınları, 2000


İlk roman. Savaş zenginlerini konu alması onu sansürlük ediyor ve bir aşk romanına dönüştürüyor. Yine de Reşat Nuri romanları içinde en önemlilerinden biri... Hırslı bir adamın gizli bir elin denetiminde özel yaşamını altüst edişi, arkada vagon satışı, rüşvet ve hırsızlık, toplumsal bir görünümün izleri...


*

Güntekin, Reşat Nuri; Bir Kadın Düşmanı,

İnkilap Yayınları, 2000


19.baskısı. Ruhbilimsel bir roman denemesi. Harabelerin Çiçeği yineleniyor. Homongolos'un keskin duyarlığı okurun tüm tellerini titretiyor. Yine duygular bataklığında tehlikeli bir gezintiye zorluyor Güntekin bizi.

Gerçekten duygu dünyamız bu yapıtlarla zenginleşiyor mu acaba?

Yazar ne umuyordu? Okur dün ve bugün Güntekin'den ne bekledi ve beklediğini buldu mu?


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 21: Sönmüş Yıldızlar,

İnkilap Yayınları, 1999


Çoğu oyun taslağı görünümünde öyküler. Mektuplaşma tekniği sıkça deneniyor. İlginç. Bir Kadın Düşmanı da mektuplarla kurulmuştu.

Pek çoğu romanlardaki duyarlığı yineleyen, rikkat ve acımayı mutlaklaştıran, sıradan öyküler...

Bazılarında Aziz Nesin'e giden yolu sezmemek olanaksız.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 22: Tanrı Misafiri,

İnkilap Yayınları, 2000


24.baskı.

Eski Ahbap adlı öyküsünden sonra ilk ilgimi çeken öyküler bu yapıt içinde. Örneğin, Tanrı Misafiri. Din sömürüsünün Anadolu'da traji-komik görünümünün sanırım sergilenişi... Hüseyin Rahmi bunu İstanbul'da yapmış olabilir. Hasta Çocuk da dikkate değer... Yine taslak çalışmalar, malzeme niteliğinde çalışmalar... İlginç konular, mizah, duygusallık, vb.

Güntekin laik bir yazar. Kadın-erkek eşitliğinden yana.

Güntekin'in milliyetçiliği bence faşizan değil.

Güntekin şimdilik iktidar dalkavuğu degil. (Hiçbir zaman da olmadı.)


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 5: Acımak,

İnkilap Yayınları, 2000


28.baskı.

Turgenyev'in Babalar ve Çocuklar'ını anımsadım. Üçüncü kişi anlatımı ve anı defterı.

Bence önemli bir konu ve yaklaşım. Çoğu kez gördüğümüzü, anladığımızı sanırız, Zehra gibi.

Reşat Nuri'nin bence önemli yapıtlarından biri.

Bu noktaya kadar Türk yazınında orta düzeyde, Dünya yazınında ise (kaç yazarımızın bu konuda şansı var ki) altlarda bir yeri var Güntekin'in, ama bakalım Yeşil Gece, Miskinler Tekkesi, Anadolu Notları ne gösterecek?


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 20: Olağan İşler,

İnkilap Yayınları, 2000


Güntekin'in Fransız yazınından öykü çevirilerini de içeren yapıt, onu besleyen batılı kaynaklara da işaret ediyor. Güntekin'in öykü anlayışı çok yalın ve çarpıcı, gülünç ya da duygusal etkilere yolaçan olayörgülerine dayalı... Genel olarak öyküleri için, yazacaklarına bir giriş, gündelik notlar demek doğru olur. Güntekin büyük yapıtı için harıl harıl öykü biçiminde sahneler, günlük notlar tutmuş... Sahne sözcüğü önemli... Yapıtının kalkış noktası sanırım, kendinde iz bırakan sahneler...

Hemen tüm öykülerini okudum Güntekin'in. Bunların arasında iki üç öykü yazınsal bir değer taşıyor; örneğin Eski Ahbap, Tanrı Misafiri.

Gülmeceye yatkınlığı gözlem gücünden ve yasam deneyiminden gelse gerek ve Aziz Nesin'e, Orhan Kemal'e giden yolu açıyor Güntekin.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 18: Leyla ile Mecnun,

İnkilap Yayınları, 1999


Daha önceki söylediklerim geçerli. Yalnızca bir şey; İnkilap Yayınevinin elinden kurtarıp hak ettiği baskı kalitesine kavuşturmak gerek Reşat Nuri Güntekin'i.

Genel olarak toplumdan zengin bir kesit (değişik tipler) sunduklarını belirtmek gerek öykülerin.


*

Güntekin, Reşat Nuri; Yeşil Gece,

İnkilap Yayınları, 1995


Nazım'ın da çok önemli bulduğu bu roman ülkemizde ileri-geri kavgasının bir mihenk taşı olmasından alıyor gücünü.

Anadolu'da yeşil geceye direniş belki de ilk örnek, bu açıdan da çığır açıcı... Daha önce Türk yazını ancak işgal ve ulusal savaşımda tavırlı olabilmişti. Adıvar'ın Vurun Kahpeye ve Karaosmanoğlu'nun birkaç yapıtını atlamayalım bu arada. Ama köy yazınına yakın duran bir görevsellik alttan uç veriyor ve de çok doğru bir tutum. Güntekin, Ahmet Mithad'ın geleneğine bağlı bir yazar...

Onun silahı romanıydi... Üstelik genel yapı olarak olmasa da seçilebilen ayrıntılar iyi bir yazara her zaman işaret ediyor Güntekin'de... Onu sezgilerimizle de okumalı ve tümlemeliyiz bence.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 23: Yaprak Dökümü,

İnkilap Yayınları, 2000


Güntekin'de dönüm noktası:1932. Arkadan Kızılcık Dalları geliyor.

Yazar epeyce bir deneyim ve çelişkiden sonra toplumsal gerçekciliği benimsiyor ve bu çizgiyi sürmeye başlıyor. 1932’ye kadar romantizmle gerçekcilik eğilimleri arasında gergindi bana kalırsa. Kabuk değiştiriyor. Anlatımda rahatlama ve gündelik Türkçenin kullanımında kesinti sözkonusu değil, ama yorumlamada kararını veriyor Güntekin. Evet, gerçek acımasız ve insanı ufalıyor.

Yaprak Dökümü'nün Kız Kardeşim Carrie'den nesi eksik, ya da bir Zola romanından, ruh çözümlemeleri mi? Ama Güntekin davranış ve sözle daha çoğunu veriyor.

Fethi Naci ne yazık ki kör ve kötü bir eleştirmen (demeye dilim varmıyor). Birileri birilerini itekleyince roman ya da sinema eleştirmeni olunuyor bu ülkede belki de, hatta bir yetke... Bu kadar kolay olmamalı. Konu, kişiyle ilgili değil gerçekte.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 15: Kızılcık Dalları,

İnkilap Yayınları, 1999


Bu yapıt Güntekin'in Yaprak Dökümü'nden sonra gerçekciliği doğalcılığa ötelediği bence ikinci önemli romanı... Besleme bir kızın ruhsal gelismesinde içine girdiği ailenin ikiyüzlü ahlakının ağır etkilerini, ince bir gözlem ve ironi yüküyle ve başarıyla yansıtıyor Güntekin ve yazarlığında sıradanlık çizgisini de aşıyor. Fethi Naci ne mi diyor? Önemli mi?


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 13: Gökyüzü,

İnkilap Yayınları, 1999


1931'lerde geçen romanın eleştirel bir boyutu var. Körinançlar kıskacında insanlar veriliyor. Naci'ye göre doğu-batı sorunu irdeleniyor bu yapıtta ve bu açıdan önemli... Bence bu yaklaşım Türk yazını için oluşturulmuş üç beş tane şablonu aşamama düzeysizliğiyle ilgili.

Başka da bir sey söylemeyeceğim. İlgisi yok.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 8: Anadolu Notları I-II,

İnkilap Yayınları, 1999


Güntekin'in müfettiş olarak Anadolu gezilerinde tuttuğu çok da önemli olmayan, yazınsal değeri ise hiç olmayan gözlemleri.


*

Güntekin, Reşat Nuri; Eski Hastalık,

İnkilap ve Aka Yayınları, 1982


Reşat Nuri şöyle diyor:

'Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!'

Ve Tanpınar Reşat Nuri hakkında:

'O, Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesi idi'.

Güntekin, Yaprak Dökümü'nden sonra eriştiği ana damarı sürekli yetkinleşerek işliyor. Türkçede savrukluğun artmasına rağmen, dilin (anlatımın) gündelik dilin rahatlığına ulaşması, konuşmaların gerçekci ve inandırıcı çizgiyi tam anlamıyle yakalaması söz konusu.

Bence Güntekin, Anadolu döneminde Lukacs'cı anlamda eleştirel gerçekciliğe evriliyor. Devrimin müridi değil duyuncu (vicdan) olmayı seçiyor ve başka türlü yapamazdı da.

Eski Hastalık Reşat Nuri'nin 38'e değin yazdıkları içinde en simgesel olanı ve roman beklenebileceği gibi ikili bir karşıtlık üzerine oturuyor. Anadolu ve İstanbul. Her iki tür de varlığını geçmişten taşıyor ve sayrılıklarını, sapkınlıklarını da birlikte... Güntekin'in büyüklüğü ve gerçekciliği burada... Devrim, varolan insanı yeniden biçimlendirecek ve bunu yapabildiği oranda başarılı olacak.

Eski Hastalık da haklı olarak soru yanıtlanamamış, ortada kalmıştır. Yanıtı gelecek verecek...

Bir başka açıdan Güntekin deneyimine kisisel, tinbilimsel (psikoloji) çözümlemeyi başarıyla ekliyor Eski Hastalık'la birlikte. Gerçi önceki tiplemeleri de derinlikten yoksun değildi (Feride vb. popüler tiplemeleri saymazsak) ama bu tiplerde derinlik varlığını davranışların usta işi betimlemelerine borçluydu.

Eski Hastalık bir hesaplaşma romanı ve kişisel hesaplaşmalarla toplumsal hesaplaşma katmanlaşıyor, yer yer örtüşüp yer yer ayrılıyor. Ayrıca özeleştiri ile yolculuğun bir araya getirilmesi yaygın ve etkili bir teknik.

İkincil tiplerin zenginliği belirtilmesi gereken bir diğer durum.

Reşat Nuri'de Fethi Naci'den (F.Naci, Reşat Nuri'nin görülmesini önlüyor bence) çok fazlası var kuşkusuz, ama sevgi ve şefkat de onu özetlemek için yetmez.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 9: Ateş Gecesi,

İnkilap Yayınları, 1999


Ateş Gecesi, Reşat Nuri'nin son yapıtları arasında, 30'ların sonunda yazılmış.

Sürgüne gönderilen bir gencin Rum kültürüyle buluşması ve gençlik aşkı daha güçlenmiş ve yerelleşmiş (aynı zamanda zenginleşmiş) bir dille anlatılıyor. Reşat Nuri'de bu gelişmeyi görüyorum. Anlatım sorununu giderek çözüyor, yapı için aynı şeyi söyleyemem... Mizah yazarın birikimiyle birlikte içselleşiyor romanlarında, her şey (betimleme, anlatım, söyleşmeler, vb.) rahatlaşıyor, yapaylıktan kurtuluyor.

Bu romanda bence ilginç birkaç nokta var. Çok canlı ve azınlıklardan oluşan bir mahalle yaşamına (bir başka kültüre) tanıklık, duyguların insanın yaşı ve olgunlasması ile dönüşümü, Girit ve Girit sorunu, kendini asan bir kadın (Afife).

Yazarın ille de okunması gereken bir romanı, onu Türk modern romanına bağlayan halkalardan biri.


*

Güntekin, Reşat Nuri; BE 7: Değirmen,

İnkilap Yayınları, 2000


Reşat Nuri'nin sanırım tiyatroyu hep gözönünde tutarak ve mizahi öne çıkararak kotardığı bir yapıt Değirmen. Devlet çarkına Türk yazınında yapılmış en hoş yergilerden biri.

Yazar bazen öyle betimlemeler yapıyor ki, Türkçenin bu büyük yazarı bu anlarda Dünya çapında bir anlatıcıya dönüşüyor. Örneğin, kaymakamın Bulgar kızıyla ilgili çağrışımları...

Aziz Nesin'e giden önemli damarlardan biri bu yapıt sanıyorum.


*

Güntekin, Reşat Nuri; Miskinler Tekkesi,

İnkilap ve Aka Yayınları, 1979


Güntekin'in yine bir başka önemli yapıtı... Romanda omurga ve yapı sorununu çözemediği ortada. Öte yandan dilenci ruhu ve tipi çok derinlemesine yakalandığı halde ne yazık ki bir karaktere dönüşemiyor. Güntekin sanırım yoruluyor ya da elinden gelebilecek olan bu.

Yoksa Türkiye’nin bir Dilenci'si (ve onun ruhu) olacaktı bugün.

Bu romanın önemini azaltmıyor. Nedeni, özgün ve bugüne değin ele alınamamış bir konuyu ele almakta gösterdiği öncülük... Evet, Reşat Nuri bir öncü...Ve onu Hüseyin Rahmi'ye bağlayan ilmekler var.

Bir kere Türkçenin ustasıdır artık. Birkaç tümce bir düşünce ya da duyguyu, bir görüntüyü, bir tipi betimlemeye yetiyor. Çok basit görünmesine karşın çok da zor olan bir şey...

Miskinler Tekkesi aynı zamanda bir toplumsal eleştiri, bir yergi yapıtı. Ve ele aldığı konuda tarihsel sürekliliği (devrime karşın) vurgulaması bir başka önemli nokta ve Reşat Nuri burada da Yakup Kadri ile buluşuyor.


*

Güntekin, Reşat Nuri; Son Sığınak,

İnkilap Yayınları, 2000


Son romanı yazıyor girişte. Yanlış olabilir.

Yaşamlarının uçlarında değişik yaş ve cinsiyette bir avuç insanın serüven arayışı değil, oldukça hüzünlü anlam arayışının öyküsü Son Sığınak. Bir tiyatro kumpanyası kuran insanların Anadolu yolculuğu…ve Anadolu. Cumhuriyet yıllarının Anadolu'sundan yer yer iç burkan gözlemler.

Reşat Nuri, iyice ustalaştığı canlı tip betimlemelerinden kolayca tanınan bu insanların unutulmasını istememiş belli ki. Onlara son bir selam yollamış...

İyi etmiş bence. Bu gizli insansevere (humanist) yakışırdı.

Reşat Nuri'nin Anadolu Notları'nın bu romanın oluşumunda katkısı önemli.

Öyle sanıyorum ki, Reşat Nuri de yaşamının oldukça ileri bir döneminde 'o son sığınak'ı aradı ve bu roman çıktı ortaya. Belki de onu kendisi için yazdı.

Sana bir kez daha tüm sevgilerimle şükranlarımı sunuyorum sevgili yazar!


*

Güntekin, Reşat Nuri; Kan Davası,

İnkilap Yayınları, 1999


Reşat Nuri, Kan Davası kıskacında Yukarı Sazan Köyünü, toplumsal bir olayın kişiler üzerindeki yıkımını, bu oldukça değişik romanında işliyor.  Toplumsal bir amaç güttüğü anlaşılıyor.

Anlatımla ilgili yazınsal sorunu üzerinde düşünmesine rağmen aşamayan, ama seçtiği anlatım biçimini tüm romanları boyunca geliştiren Güntekin, bilinç içi teknikler kullanmasa da tip betimleriyle ruhsal karmaşaları başarıyla yansıtabilmektedir.

Son kısa bölüme mutlu son demiş.

Romanın görevi var. Bunun için, romanla, romandan vazgeçilebilir.


*

Güntekin, Reşat Nuri; Kavak Yelleri,

İnkilap Yayınları, 2000


Reşat Nuri'nin en güzel ve oylumlu romanlarından biri Kavak Yelleri.

Artık kahramanı bir iç hesaplaşmanın eşiğindedir.

Reşat Nuri'nin babası doktor ve romanlarında en sık görülen tipler sağlık dünyasından.

Yapıtın simgesel anlamı, eski bir izleğe (tema) götürüyor okuru (Reşat Nuri izleği). Anadolu-İstanbul-Anadolu. Kavak Yelleri estiğinde İstanbul çağırır, ama deneme başarısızdır. Yanılmıyorsam Eski Hastalık.

Doktor Anadolululaşmıştır.

Öte yandan bu çelişkiyi aşan Güntekin Cumhuriyetle ortaya çıkan bu içten pazarlıklı ve iki-karşıt yönlü eğilimleri birlikte taşıyan kahramanının çelişkisini aşamıyor. Belki de bunun için henüz erkendi.

Bu büyük (bizim için büyük) yazarımızın önemi sanırım tanıklığı ve sorumluluk duygusundan geliyor, bir de 'sevgi ve şefkat ürpertisinden'.

Şöyle demişti:

"Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!".


*

Peffer, R.G.;  Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet,

Ayrıntı Yayınları, 2001


ABD'li Peffer'in girişimi gerçekte Marksizmden esinli bir ahlak kuramı oluşturmak. İzlediği yöntem Marx'ta ahlak adına, dönemlerine göre, ne bulunduğunu çıkarmak; bunun modern bir ahlak kuramı için yeterliliğini sorgulamak; yeni bir ahlak kuramı önermek.

Marx esinli (daha çok da Rawls ve Nielsen) bir ahlak kuramı için Materyalist Tarih Kuramı ile geçersiz/yanlış bulduğu Artık Değer Teorisine gerek olmadığını belirten yazarın devrimci gibi görünün tutumu arkasında seçmeci (eklektik) bir yaklaşım sırıtıyor. Kendi katkısını biraz abarttığını sandığım Peffer, Marx'ı kendince temizledikten ve bana kalırsa geriye bir şey bırakmadıktan sonra kolları sıvayarak modern dünyaya bakıyor: karşılaştırmalı yeğlemelerinde 'demokratik düzey' kuşkusuz belirleyici oluyor.

Marx/Rawls/Nielsen eleştiri ve yeniden kurma süreciyle ulaştğı ahlak kuramı (aynı zamanda Toplumsal Adalet Teorisi) şöyle Peffer'in:


1.Herkesin güvenlik ve geçimlik haklarına saygı.

2.Azami bir eşit temel özgürlükler sistemi. (konuşma, toplantı, vicdan, düşünce, mülk edinme hakkı, keyfi tutuklanma ve alıkonulmadan yasalarca korunma hakkı)

3.a.Toplumsal konumlara ve görevlere ulaşma için fırsat eşitliği.

3.b.Kişinin katıldığı kurumlarda tüm toplumsal karar oluşturma süreçlerine eşit katılım,

4.Toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin ancak ve ancak en az avantajlı olanların yararına ve adil tasarruf ilkesiyle tutarlı olması halinde haklı görülmesi, bunların eşit özgürlük düzeyini ya da özsaygı değerini ciddi biçimde zayıflatacak düzeyleri aşmaması.


Peffer'in uzun yapıtı küçük bir matrisle özetlenebilir, kolay anlaşılır kılınabilirdi.


Sonuçta;

Kapitalizme karşı demakratik, özyönetimli sosyalizmi,

Devlet sosyalizmine karşı demokratik, özyönetimli sosyalizmi,

Kapitalizme karşı (belli sınırlar ve koşullarda, ki bu refahın ülke dışı kaynağındaki acıların gözetilmesi demek) devlet sosyalizmi,

Kapitalist toplumlara karşı üçüncü dünyadaki post-kapitalist toplumları (yine buradaki toplumsal girişimlerin demokratik, özyönetimli sosyalizm formlarını hedeflemesi koşullarında), yeğlenmektedir.


Ancak ben şu tezleri savunuyorum: Birincisi, Marx'ın yabancılaşma ve sömürü kavramları onun ahlaki perspektifinin merkezinde yer alıyor olsa da, başka, daha temel ahlaki değer ve ilkeler temelinde çözümlenebilir. İkincisi, burada yer alan daha temel değerler, özgürlük (özbelirlenim olarak), insan topluluğu ve kendini gerçekleştirmedir. Üçüncüsü, Marx bu değerlerin, özellikle özgürlüğün eşitlikçi (ya da görece eşitlikçi) bir dağıtımını gerektiren bir ilkeyi örtük bir biçimde savunur. (Bu ilkenin komünizmin birinci ve ikinci evreleri için - yani "herkesin katkısına göre" ve "herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar"- önerdiği ilkelerle özdeş olup olmadığı sonraki bölümlerde tartışılacak). Dördüncüsü, bu değerler ve ilkeler daha da temel bir nosyona göre çözümlenecekse, bu ne fayda nosyonu ne de tercihlerin ya da arzuların karşılanması değil, insan saygınlığının ve kendine saygı değerinin -bariz biçimde "deontolojik" alana ait olan nosyonlar- tatmin edilmesi olur.’ (46)


*

Leppert, Richard; Sanatta Anlamın Görüntüsü.İmgelerin Toplumsal İşlevi,

Ayrıntı Yayınları, 2002


Leppert'in bu önemli çalışması, çevirmeni İsmail Türkmen'in Türkçe tutarsızlığına karşın, önemliliğini koruyabilmiş, son derece ilginç bir yapıt.

O daha çok resim tarihinden görsel imgelerle tarihsel toplumsal bağlam arasındaki ilişkileri, zor kurulabilen; giderek de kurma çabasını dışlayan yaklaşımların egemen olduğu günümüzde bu tutuma karşıt bir yaklaşımla kurmaya çalışan biri sanırım.


1.bölümde, temsil ve kandırma siyasetini trompe l'oeil resimleriyle irdeleyen Leppert, kandırmayı resmin resmi, kadının resmi, paranın resmi örneklerinde çözümlüyor.

2.bölümde, ölü doğa (natürmort) resimleriyle (Hollanda ve lale) iktidar ilişkileri anlam kazanıyor.

3.bölüm, vanitas resimleriyle ölümün ve geçicilik duygusunun anlatılmasi çözümleniyor. Resimde doğru çözüm ise çok sonraları O'Keeffe ve van Gogh'la geliyor. Biraz önce oradaydı.

4.bölümde, resim tarihi bedeni parçalıyor ve etin hazzını sergiliyor. Avlamak ve kafeslemek, kadının ve hayvanın buluşan yazgısı. Girişimci erkek anlatıları.

Bedeni anlatan üçüncü kısimda 5.bölüm, Duyular'a ayrılmış. Özellikle ses, koku, vb. Bedenler sınıfsaldır.

6.bölümde, bedenler inceleniyor.Teşrih sonunda erotizme varır.

7.bölümde, portre inceleniyor. Beden dramlaştırılmaktadır.

8.bölüm, başkalarının bedenlerini (ötekiler) irdeler. Ressamın durduğu yer yukarı sınıfların durdugu yerdir genellikle. Habis öteki ve oryantalistler (Gerome) paylarını alıyor.

9.bölüm, arzunun yüzeylerini, kadın çıplaklarını ele alıyor. Kadın ayartarak kendini yeniden üretiyor.

10.bölüm, erkek çıplak üzerinedir. Bu bakış biraz sorunludur. Yapıtın Egon Schiele'nin kendi mastürbasyon portreleriyle bitmesi de bunu gösterir.


*

Sennett, Richard; Karakter Aşınması,

Ayrıntı Yayınları, 2002


Sennett'in Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerinde Etkileri altbaşlıklı çözümlemesi son zamanlarda okuduğum en anlamlı çalışmalardan.

Sennett örneklemeli olarak (kurgusal) yeni kapitalizmin insanın karakterine yönelik saldırısı (sürüklenme), eski kapitalizme ait bir kötülük (rutin), zamanın yeniden yapılandırılması (esnek), modern emek biçimlerini kavramanın zorluğu (okunaksız), risk almak nasıl kafa karıştırıcı ve bunaltıcı bir deneyim haline geldi (risk), iş etiği nasıl değişti (iş etiği), başarısızlıkla başa çıkmak (başarısızlık), işin açtığı yaralara bir çare: cemaat (tehlikeli bir zamir) başlıkları altında adım adım ilerliyor. Süreci ve dogasını çözümlüyor ama yeni dayanışma biçimi konusunda şimdilik cemaatle yetiniyor. Bir tür geçici savunma noktası diyebiliriz buna. Alıntı yapamayacağım için üzgünüm.


*

Sennett, Richard; Ten ve Taş,

Metis Yayınları, 2003


Beden'i içinde yaşadığı kentle (Ten'i taşla) ilişkilendiren ya da bu ilişkiye bakan Sennett'in yapıtı zevkle okunuyor.

Düşüncenin zaman içindeki seyrine de tanıkık ettiren yapıt, ilk, orta, yeni ve yakinçağlar boyunca döneme temel ırasını veren tini Atina, Roma, Paris, Venedik, Londra, New York'ta irdeliyor ve bence çoğunlukla da yakalıyor.

Okuması büyük zevk veren yapıtlardan biri bu.

Belki tüm öykü bedenin kavranışının, yitirilişinin ve yeniden bulunuşunun, yabancılaşmasının öyküsü.

Beden kent örgüsünün bir örneği.

Çokkültürlü bir toplumun yurttaşlıkla ilgili sorunlarının altında ahlaki bir güçlük, Öteki konumundakilere sempati uyandırma güçlüğü yatar. Bedensel acinın kabul edilebileceği, bu acının aşkın kökenlerinin görünür hale geleceği bir yere neden gerek duyulduğu anlaşılırsa Ötekine yönelik bir sempati ortaya çikabilecektir ancak. Bu acının insan deneyimi içerisinde izlediği bir yörünge vardır. Benliği yolundan çıkartır ve eksiltir, bütünlük arzusunu bozguna uğratır; acıyi kabul eden beden çeşitlilikle dolu bir dünyada herkes ne hissettiğini, kim olduğunu başkalarına açıklayamasa da- başka bir insanın acısına, sokakta hep bir arada bulunan acılara duyarlı bir yurttaş bedeni haline gelmeye hazırdır. Ama beden ancak çektiği acıların çaresinin toplumun yapıp ettiklerinde olmadığını, mutsuzluğunun başka yerden geldiğini, acısının Tanrının insanlara verdiği sürgün sıfatıyla bir arada yaşama buyruğundan kaynaklandığını kabul ederse bu yurttaşlık yörüngesini izleyebilir.’ (338)


*

Eaglestone, Robert; Postmodernizm ve Holocaust’un İnkar Edilmesi,

Everest Yayınları, 2002


Bu çok önemli çalışmada Eaglestone, ‘Holocaust'un inkar edilmesi kötü tarih değildir, hiçbir biçimde tarih değildir aslında ve tarihmiş gibi de tartışılamaz" (s.70), diyor.

Yazarın tarih kuramıyla ilgili yaklaşımları ise oldukça tartışmalı.


*

Musil, Robert; Niteliksiz Adam 1,

Yapı Kredi Yayınları, 2000


Zaman geçtikçe bu yapıtla ilgili değerlendirme çabasından soğudum ve erteliyorum. Ahmet Cemal çevirisi (özellikle ilk 200 sayfada) tartışmalı yanlarıyla beni yordu, buna sayısız baskı yanlışı da eklenince...

Alıntıları yazmayacağım. Musil keskin bilimsel (gibi) görünen mühendislik yanılsamalı alet edavatıyla insan ruhunun derinliklerine inen ve bunu soğukkanlı ve ağdalı, çok katmanlı bir dille ifade eden çağdaş bir yazar. Kafka ile gördüğü şey aynıydı ve somutlamaları çok farklı oldu. Yine de benzerlikleri benim için daha çekici bir konu.

2. cildin daha ilginç olacağını sanıyorum.

Musil'in bakışından (radyografik) ne nesne, ne jest, ne ruh, ne de başka bir şey kurtuluyor ve nesnellik çabası onu ayrıntılara özen göstermeye zorluyor. 20.yüzyılın romanlarından...


*

Young, Robert; Beyaz Mitolojiler,

Bağlam Yayınları, 2000


Robert Young İngiliz postyapısalcı ya da modernistlerinden... Beyaz Mitoloji eğretilemesi yeterli çağrışımi yapıyor kuşkusuz. Derdi, Marksizmi bitirmek değil, onu çoktan bitirilmiş varsayıyor, sorun da burada ya, yani bu yöntemin kendisinde, herneyse, derdi, Marksizmden umut kesmemiş Don Quijote'lere son tutamakları konusunda boş sayfayı (leviatan) ısrarla göstermek. (Ama aslında gösteren ben değilim, ben birşey gösterir gibi yaparken, göstermez gibi yaparım, ama sakın ola bundan olmadık Hegelyan, eytişimli bir öykü de çıkarmayın).

Temel tezlerini; dizge içilik/dışılık bağdaşmazlığı üzerine kurarak sömürgecilik/sömürgesizlik anlatısında nedense postmodernlerin feminizmden daha sıkı yapıştıkları bir alan açma üzerinde geliştiren Young;

Marx'ı Engels üzerinden harcamaya lütfen değinerek (suçlu, sınıfına ihanet eden Engels olmalı),

Lukacs'ın tarihe biçtiği Hegelci ve erksel bütünlük eğilimini,

Sartre'ın dizgeyi yırtan özne eylemliliğinin umutsuz serüvenini,

Althusser'in odaksızlaştırılmış ve öznesiz (karşı-insancıl) yapısal bütünündeki ona göre yaraticiligi,

Levi-Strauss ve Bachelard'la tarihsel kopuşu ve süreksizliğin getirdiği olanakları,

Derrida'nın olanaksızlığın olanaklılığı olarak tarih kavrayışını,

Foucalut'nun söylemlerden kurulu tarihlerinde öznenin yeri,

Jameson'un postmodern biçemle Marksist tarihsel bütünü kurma girişimindeki açmazı,

Althusser'de de etkin kavimodaklılığın Edward Said'de temel eleştiri konusu gibi görünürken temel çelişkiyi üretişi,

ve sonunda Bhabha ve Spivak eleştirilerini,

dile getiriyor.

Düzgün olmakla birlikte (sözdizimi açısından) çok eski bir çeviri dili kullanan (kınıyorum) Can Yıldız yapıtın okunurluğunu gereksiz yere zorlaştırmış. Bağlam Yayınlarının ise olsa olsa postmodern bağlamda bir solculuk (uyduruk) yaptığını böylelikle anlamış oldum.

Young'in yöntemi bildik yöntem. Eleştiri nesnesini öne çıkarırken, bir başka ve açınlayıcı nesneyi gözardı etmek... Bununla varılacak yer ise, kuşkusuz kendilerinin de gönülden onaylayacakları gibi 'hiçbir yer'.


*

Droit, Roger-Pol; Düşünürlerin Eşliğinde,

Can Yayınları, 2001


Droit, Le Monde yazarı... Felsefe yazılarını geliştirerek bu yapıtı oluşturmuş.

Yerleşik kanıları silkeleyen (Antik Yunan, Platon, Aristoteles, Hint ve Doğu felsefeleri, Comte, vb.) tutumu ile ilginç kalmayı başarabilen yazar, bir felsefe tarihi yazmaktan çok tarih disiplinindeki bölümlemeye uygun bir biçimde seçtiği felsefecileri birer fırça darbesiyle resmediyor. Can alıcı bir saptama, o kadar... Eğlenceli olmasına rağmen Karl Marx'a olan duygusal, hatta kinli yaklaşımı foyasını ortaya çıkarıyor. Marx betimlemesi bana kalırsa biraz fazla hafif ve Popper esinliydi.

Çok önemli bir yapıt değildi.


*

Etienne, Roland/Françoise; Antik Yunan: Bir Kentin Anatomisi, Ed. Esra Erdoğan,

Yapı Kredi Yayınları, 2003


Yunanistan'daki arkeolojinin çok keyifli öyküsü. Özellikle Batının kimlik arayışlarının ve Osmanlıyla bu yönde ilişkilerinin sergilenimi.

Zengin bir yapıt.


*

Munck, Ronaldo; Marx@2000,

Kitap Yayınları, 2003


Yapıt oldukça basit bir postmodernizm savunusu. Adı ve tanıtımlar özellikle yanıltıcı.

Doğallaştırılmış, gözden kaçırılan, gerçekte temelsiz ve kurnazca sayılamayacak (ahmakça) kabuller dizisinden eleştiri ve yaklaşım üretmeye çalışan 'piyasa' işi bu yapıt, post'un her türünün içler acısı düzeyinin de, tersi arzulanmış, sergilenişi...

Aynı şey. Young daha iyisini yapmıştı kuşkusuz (Beyaz Mitolojiler).

Önce düşmanı kafana göre biçimle, sonra vur! Meydan bu denli boş mu? Yoksa Türkiye'nin egemenleri (aydinlar, dergiler, medya, vb.)…

Munck sırayla Marksizmi doğa, üretim ve kalkınma, sınıflar ve işçi sınıfı, kadın, kültür, ulus konularında yere serdikten sonra tufan sonrası için bir bireşim yapıyor: ne kuş, ne deve (mi?)


*

Keleş, Ruşen; Kentleşme Politikası,

İmge Yayınları, 2002


Konusunda Türkçede en yetkin kitap bence.

Kentleşmeyi genel ve Türkiye ölçeğinde irdeleyen Keleş, kentleşme kavramını değişik toplumlarda gözlemliyor, kent kuramlarını değerlendiriyor. Kent Planlaması ve konut politikalarına, çevre sorunlarına ayrıntılı ve örnekli olarak bakıyor.

Kaynak kitap.


*

Jacoby, Russell; Yenilginin Diyalektiği,

Doruk Yayınları, 1999


Marksizmin iki çizgide geliştiğini, Hegel çizgisine rağmen doğu çizgisinin iktidar olduğunu ve yenilgide bunun rolünü irdeleyen Jacoby, yeterince ikna edici mi? Başarı ethosuna yıkıcı bir yergi bu çalışma. Batı Marksizmi geleneğini Hegel, Lukacs, Korsch, Gramsci çizgisinde yakalamaya çalışıyor Russell. Sınıf bilinci gibi kavramları eleştiriyor.


*

Altınsay, Saba; Kritimu,

Can Yayınları, 2004


Girit'in başarılı öykülerinden biri. Kazancakis'i okumadım. Altınsay ailesi Girit kökenli. Göç.

Çok etkileyici, çarpıcı diyebileceğim anlatı, romanın sonlarına doğru aynı gerilimi ve duyguyu sürdüremiyor. Yine de iyi yazılmış, önemli bir yapıt diyorum.


*

Ali, Sabahattin; BE 4: Yeni Dünya, Ed.Attila Özkırımlı,

Cem Yayınları, 1982


Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'la yaptığı nitel sıçrama denli, 40'lardan sonraki nitelik yitimi doktora konusu olmalı. Bu müthiş insanın yaşamı yapıtının anahtarı bence ve öldürüldüğünde yalnızca 49-50 yaşlarındaydı. Belki o kadar bile değil. (42 miydi yoksa?)

Arkasında polis, soruşturmalar, tutukevi, işsizlik, eşi ve iki çocuğu ve sevgisiyle inançları arasında yaşadığı acılar, buna rağmen yazma çabaları.

Kuşkusuz Sabahattin Ali en sevdiğim yazarlardan. Ama bu onu, gerçek yapıtını verememiş onu, yazınımımızın büyüğü yapmaya yetmiyor. Gerçi Kuyucaklı Yusuf orada dururken, tüm anlatılarındaki, Türk yazınında benzeri bulunmayan insan tiniyle (ruh) doğa betimleri arasındaki ilişkiyi yeniden çoğaltan betimlemeri ortadayken, Türkçesi bu denli yetkin ve rahatken, Sebahattin Ali hak ettiği yerde mi?

Onun yonutu (heykel) kentlerimizi süslemeli, hep gözümüzün önünde durmalı bu toplumun vicdanı olarak S.Ali.

Cumhuriyet ve Tek Parti dönemine yönelik açık gizli eleştirisi ancak soldan bakılırsa anlam kazanır. Sağın elinde heder olur.

Anlatıya anlatıcının /yazarın) girmesi kurmaca varsayımını zedeliyor, teknik sorunlar yaratıyor.

Aziz Nesin'e giden yolda önemli bir uğrak S.Ali. Ne yazık ki nitelikli öykü azalıyor Yeni Dünya'da. Benim seçtiklerim: Asfalt Yol, Hanende Melek, Çaydanlık, Ayran, Isıtmak İçin, Uyku, Yeni Dünya (çok güzel), İki Kadın.


*

Ali, Sabahattin; BE 8: Sırça Köşk, Ed.Attila Özkırımlı,

Cem Yayınları, 1987


Seçtiğim öyküler: Cigara, Bahtiyar Köpek, Çirkince, Koyun Masalı, Sırça Köşk.


*

Ali, Sabahattin; BE 5: Değirmen, Ed.Attila Özkırımlı,

Cem Yayınları, 1983


Sebahattin Ali'nin ilk basılan yapıtı, öyküleri çok başarılı değil. Batının çoşumcu (romantik) etkileri, yerel, ulusal ve toplumsal dilin ve anlatının öngününde duruyor. Büyük anlatıcının işaretleri yok değil, ama sanırım birkaç yıl daha gerekiyor.

Zaten dönüşüm Değirmen'in kendi içinde başlıyor. Özellikle izleksel (tematik) anlamda.

Sebahattin Ali büyük yazar.


*

Ali, Sabahattin; BE 6: Kağnı-Ses, Ed.Attila Özkırımlı,

Cem Yayınları, 1983


Şaşırtıcı olan şu. Bu öykülerin yetkin dli birkaç yıl içinde nasıl kazanıldı? 1930'ların başından ortalarına S.Ali hangi etkilerle nasıl bir dönüşüm geçirdi? Belki Filiz Ali'den (kızı) bir şey çıkar. Özellikle: Kağnı, Gramofon Avrat, Arap Hayri, Apartıman, Düşman, Ses, Köpek, Mehtaplı Bir Gece, Köstence Güzellik Kraliçesi.


*

Ali, Sabahattin; BE 3: İçimizdeki Şeytan, Ed.Attila Özkırımlı,

Cem Yayınları, 1982


Yine yarım kalmış (erken ölmüş ve belki de asıl yapıtını verememiş) bir yazar. Kavşakta duruyor. Sonraki kuşaklara yol açmış, yazısıyla. Büyük.

Kuyucaklı Yusuf, Yusuf'la Muazzez'in aşk öyküsüydü, İçimizdeki Şeytan, Ömer'le Macide'nin.

Ali'nin üç romanı da aşk öyküsü. Ama toplumsal çevreyle öyle bütünleşiyor ki bu romanlar, hafif melodramlara dönüşmekten kurtuluyor.

Sebahattin Ali'de olay yok ya da önemsiz. Kişiyi çatışmaları içinde ve toplumun bir parçası olarak veriyor. Kişiler değişiyor, ilişkiler dönüşüyor. (Zamansal çokboyutluluk.)

İçimizdeki Şeytan'da toplumsal çıkmazın kişisel çıkmaza dönüşümünün inandırıcı öyküsü.

Türkiye’de faşist eylemin geçmişini ve etiğini inceleyenler bu güçlü romana kayıtsız kalamazlar.

Ali romanlarında rastlantının olumsuz etkisine gelince, Özkırımlı haklı olabilir. Ama bence roman bunların altında ezilmiyor. Çünkü ilmek değil yazar için önemli olan, bunlarla ortaya çıkan insanlar ve toplum.

Tıpkı Kuyucaklı’da olduğu gibi inanılmaz sahneler içeriyor bu roman da (müsamere, yemek, vb. sahneleri.)



*

Ali, Sabahattin; BE 2: Kürk Mantolu Madonna, Ed.Attila Özkırımlı,

Cem Yayınları, 1981


Raif'e Maria Puder'in aşkı, önceki romanlar gibi okutuyor kendini. Teknik sorunları olabilir.

Ama Sebahattin Ali sağlam basan bir yazar. Toplumla bağı hep canlı. Konusuna da saygılı. Ne onun sulandırılmasına izin veriyor, ne de  anlatısını bir göreve dönüştürüyor.

Romanları içinde Alman romantizmine en çok borçlu olduğu romanı bu olsa gerek.

Ya Ali'nin geçimlik kayguları olmasaydı, özgürce yazabilseydi, bu romanlar nasıl olurdu?


*

Ali, Sabahattin; BE 1: Kuyucaklı Yusuf, Ed.Attila Özkırımlı,

Cem Yayınları, 1980


Bu romana hangi birikimle gelmiş Sebahattin Ali, anlamak zor.

Türk romanının olmazsa olmaz koşullarından ve katkılarından biri bu roman. Bir ucunun Yaşar Kemal'e çıktığını sanıyorum. Epiğin eşiğinde durmuş. Bu adam nasıl öldürüldü? Sevgi Soysal gibi, yaşasaydı asıl başyapıtlarını vereceğini sanıyorum. Tüm yapıtı bir hazırlık gibi.

Anadolu'yu anlat deseler ilk önereceğim yapıt Kuyucaklı Yusuf olurdu sanırım.

Betimlemede sanırım Türk romanının birikimini aşıyor ve yeni bir şey ortaya koyuyor Sebahattin Ali.

Bu ikinci okuma ilk okumadaki etkiyi yaptı üzerimde.

Kusurları var kuşkusuz romanın. Bunlar üzerinde durmaya değmez. Katkısını öne çıkarmak gerek.


*

Ertem, Sadri Etem; Çıkrıklar Durunca,

Otopsi Yayınları, 2002


Toplumcu yazınımızın öncülerinden Ertem'in ilk romanı... Romanı çok kötü (romandışı) bulmakla birlikte bu insanlara büyük sevgi-saygı duyuyorum. Biraz ilkel bir marksist örnek (şablon) üzerine Anadolu halk öykülerinden esinli bir kurgu oturtma çabası olan bu roman, Steinbeck etkileri de taşıyor. Öyküleri belki romanlarından iyi olabilir Ertem'in. İdeolojik çoşkusu yapıtını ve dilini gölgelemiş, hatta bastırmış...Yine de ellerinden öpüyorum.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 1: Semaver/Sarnıç,

Bilgi Yayınları, 1970


Semaver (1936), Sarnıç (1939).

Benim büyük okuma tasarılarımdan biriydi Abasıyanık, biraz düşkırıklığıyla başladı.

Bunlar ilk, 1930'lu yıllar öyküleri. 40'lardan sonrasına bakmalı asıl.

Sait Faik'in öyküdeki devrimini henüz bulgulayamadım dolayısıyla. Dil konusunda yalnızca tembel bence ve üstelik yalnızca dil konusunda mı acaba?

Sait Faik sanki kendini olduğu gibi bulan, onaylayan, başkalarından da yalnızca bununla yetinmelerini isteyen, ben'ine takıntılı biri.

Öykülerden kolayca anlaşılıyor bu. İlgi duymamış (öğrenmiyor), ilgi odağı olmaktan mutlu.

Avareliği (tembelliği) alkışlansın istiyor. Dayatıyor mu? Bilmiyorum. Ama sanmam. (Ürkek.)

Sait yazınımızın gerçek ve ilk kaçkını bence. Düzeni gözyumarak onaylamış diyeceğim, Şahmerdan'a, İpek Mendil'e rağmen.

Yaşadığı toplumuyla etkileşimi nasıldı acaba?

Bakacağız. Seçtiklerim: Semaver, Meserret Oteli, Babamın İkinci Evi, İpek Mendil, Mavnalar, Beyaz Altın, Kimkime


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 2: Şahmerdan/Lüzumsuz Adam,

Bilgi Yayınları, 1970


Şahmerdan (1939), Lüzümsuz Adam (1948)

Düşüncelerim değişmedi. Kimi çok çarpıcı öykülere karşın, Abasıyanık'ı henüz yakalamş değilim. Seçtiklerim: Şahmerdan, Çelme, Lüzümsuz Adam, İp Meselesi, Kaçamak Papağan,Karabiber, Bacakları Olsaydı, Papaz Efendi, Bir Külhanbey Hikayesi, Kameriyeli Mezar, Hayvanca Gülen Adam.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 3: Medarı Maişet Motoru,

Bilgi Yayınları, 1970


Oldukça kötü bir yapıt (roman).

Uzatılmış şeylere katlanamayan Sait Faik ruhu uzun anlatı olan romana da pek katlanamamış olsa gerek.

İzlenimlerle yapı kurulamıyor. Üstelik yapı kavramı Sait Faik'i ürkütüyor bence. Keşke buradan kalkarak onun yapılara ve yapıların ardındaki erke karşı durduğunu söyleyebilseydim.

Okuru bırakıyor yazar. Yine de ve yine de okurun onu boşlamamasını dilediğini sanıyorum. Bu denli ileri gitmediği, sonuna değin yazmasından belli. Okuru iplememesine gelince, doğru, dilinden (dil önünde tutumundan) belli bu.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 14. Mahalle Kahvesi/Havada Bulut,

Bilgi Yayınları, 1980


 Mahalle Kahvesi (1950). Seçtiklerim: Mahalle Kahvesi, Plajdaki Ayna, Hallaç, Bilmem Neden Böyle Yapıyorum, Kestaneci Dostum, Sinagrit Baba.

Havada Bulut (1951). Seçtiklerim: Havada Bulut, Karidesçinin Evi, Eleni ile Katina.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 5: Kumpanya/Kayıp Aranıyor,

Bilgi Yayınları, 1980


Kumpanya (1951). Seçtiklerim: Kumpanya.

Kayıp Aranıyor (1953). Sait Faik'in yine sorunlu, ama uzun anlatılarından, yine de en iyisi.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 6;: Havuz Başında/Son Kuşlar,

Bilgi Yayınları, 1980


Kötülerle iyiler içiçe. Seçtiklerime işaret edeceğim.


Havuz Başı: Havuz Başı, Çatışma, Yüksek kaldırım, Simitle Çay, Güğüm. Dikkatimi çeken öykülerse: Bir Sonbahar Akşamı, Bayan Gülseren, Jimnastik Yapan Adam, Parkların Sabahı Akşamı Gecesi, Cezayir Mahallesi, Şehrin Sabahları ve Adamlarından Biri, Şehrayin.

Son Kuşlar: Son Kuşlar, Kendi Kendime, Bir Kaya Parçası Gibi, Haritada Bir Nokta, Sivriada Geceleri, Sivriada Sabahı, Kırlangıç Yuvasındaki Kadın. Bunlara ekleyebileceğim: Gün Ola Harman Ola, Ağıt, Balıkçısını Bulan Olta, Barba Antimos, Yandan Çarklı, Dondurmacının Çırağı.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 7: Alemdağ’da Var Bir Yılan/Az Şekerli/Şimdi Sevişme Vakti,

Bilgi Yayınları, 1980


Alemdağ’da Var Bir Yılan

En çok beğendiklerim: Öyle Bir Hikaye, Yalnızlığın Yarattığı İnsan, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Hişt!Hişt!, Dülger Balığının Ölümü, Yılan Uykusu.

İyi öyküler: Panço’nun Rüyası, Yani Usta, Çarşıya İnemem.

Sıradan öyküler: Sarmaşıklı Ev, Eftalikus’un Kahvesi, Kafa ve Şişe.


Az Şekerli

En çok beğendiklerim: Müthis Bir Tren.

İyi öyküler: Fındık, Hikaye Peşinde, Kalinikhta.

Sıradan öyküler: Gümüş Saat, Az Şekerli.


Şimdi Sevişme Vakti

Sıradan şiirler.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 8: Tüneldeki Çocuk/Mahkeme Kapısı,

Bilgi Yayınları, 1982


Tüneldeki Çocuk

İyi öyküler: Tüneldeki Çocuk, Sevgilime Mektuplar.

Sıradan öyküler: Ketenhelvası, Önündeki Kış, Bindörtyüzyetmişiki Nikel Kuruşun Hikayesidir.

Mahkeme Kapısı


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 9: Balıkçının Ölümü/Yaşasın Edebiyat, Ed.Muzaffer Uyguner,

Bilgi Yayınları, 1982


Yayınlanmamış, Uyguner'ce derlenmiş niteliği düşük öyküler ve edebiyat üzerine gazete, dergi yazıları...

Eleştiri düşmanlığı ilginç Abasıyanık'ın. Kuramsal donanım zayıflığından olsa gerek. 'Yazdıklarım ortada,' diyor.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 10: Açık Hava Oteli/Konuşmalar Mektuplar. Ed.Muzaffer Uyguner,

Bilgi Yayınları, 1981


Röportajlar, İstanbul betimlemeleri-izlenimleri, söyleşileri, vb.


*

Abasıyanık, Sait Faik; BE 11: Müthiş Bir Tren/Çeviriler Uyarlamalar, Ed. Muzaffer Uyguner,

Bilgi Yayınları, 1981


Sait Faik'in uyarlamaları içinde Müthiş Bir Tren ilgiyi çekiyor.


*

Ağaoğlu, Samet; Bütün Öyküleri,

Yapı Kredi Yayınları, 2003


Ağaoğlu'nu ilk kez okudum. Peyami Safa geleneğine bağlanabilecek yazar, ruhçözümlemeleriyle içsel anlatıyı öne çıkarıyor. Açık etkiler (Dostoyevski, vb) taşıyan Ağaoğlu'nun yetkinleşmenin eşiğinde kaldığı söylenebilir.

Günümüz genç yazarlarını kimi bakımlardan etkilediği söylenebilir. Toptaş, Kavukçu, vb.


*

Beckett, Samuel; Proust,

Metis Yayınları, 2001


Beckett daha 24 yaşında bir Proust yorumu yapmış, ama daha çok bir anlak (zeka) gösterisine dönüşmüş çalışması, yazik ki... Proust hakkında söyledikleri, genelde doğru olmakla birlikte çok ve her şey değil. Metin Proust'tan çok Beckett'i çözüyor sanki. Ama Orhan Koçak gibi sıkı (!) çevirmenlerimiz yüzünden bu tür metinler iyice sabuklamaya dönüşüyor bana kalırsa.

Zaman, bellek ve alışkanlık kavramları üçayağı üzerine oturtuyor çözümlemesini Beckett. Zamanı yırtan içgüdüsel ve rastgele bir görü, mahpusun o denli korktuğu ve acılar içerisinde kıvranmasına yolaçtığı Proust romanına giden yolu döşemiştir. Yapıtın tümünde bu tansıkları 12 dolayında saymaktadır Beckett, çaya banılmış kekten başlayarak. Bilinçli bir anımsamadan, hele Proust’da bir bellekten sözedilemez. Daha çok bir kendiliğinden özdeşleşmedir sözkonusu olan ve biçim üzerinde vurgu yapan Proust'un derdi de bu özdeşleşmeyi görünür, hatta dokunulur (duyumsanır) kılmaktır. Öznellik ve görecelik, algı ve algılanan nesnenin sızılabilirlik düzeyiyle doğrudan ilişkilidir. Bir tür izlenimcilik olarak yorumlanabilir bu.

İlginç olan, Beckett'in Proust'u Dostoyevski'ye bağladığı kanal: karakterlerini açıklamaksızın sunmak. Bu bence de ilginç. Proust tersine açıklıyormuş gibi görünse de (Beckett'e katılıyorum) yaptığı gösterimsel değil deneyseldir. Onları oldukları gibi, bütün açıklanamazlıkları ile görünebilsinler diye açıklar. ‘Açıklayarak buharlaştırır.’ (75). Ayrıca Proust için dilin niteliği, herhangi bir ahlak/estetik dizgesinden önemlidir.

Beckett'in bir başka işareti de, Proust'un fauna değil floraya yatkınlığı karakterlerinin.(s.76)

Proust için daha doyur ucu okumalar gerek.


*

Salgado, Sebastian; Ara Güler Koleksiyonu,

Yapı Kredi Yayınları, 2004


Salgado'nun (1944, Brezilya) Ara Güler’e armağan ettigi 30 fotoğraftan oluşan katalog olağanüstü.

Salgado ötekilerin fotoğrafçısı, ama önce fotoğrafçı.


*

Enis, Selahaddin; Bataklık Çiçeği, Ed.M.Kayahan Özgül,

Arma Yayınları, 2000


Dehşet bir romantizmden zorlama bir doğalcılığa hızlı geçiş... Canlı anlatım. Refik Halit'e yakın. Orhan Kemal ona borçlu olsa gerek... Belki onun eksiği kavrayış gücü.


*

Enis, Selahaddin; Zaniyeler,

İletişim yayınları, 1989


Enis'i bataklığa ve onu simgeleyen şeylere (kadın da mı?) tiksintisi yazar yapmış olmalı? İşgal İstanbul'unda 'sosyete'nin yaltaklanma ne söz, orospuluğa bunca yatkınlığı Enis'i çileden çıkarmış. Biraz daha soğukkanlı olsaymış Türk yazını büyük bir yazar kazanacakmış... Öyle görünüyor.


*

Özpalabıyıklar, Selahattin; A’dan Z’ye İlhan Berk,

Yapı Kredi yayınları, 2003


Şair İlhan Berk'e belgeli, bilgili bir bakış.


*

Altun, Selçuk; Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir,

Yapı Kredi yayınları, 2001


Dene(mesel) roman demiş Altun bu ilk (yanılmıyorsam) anlatısına. 2001'in gözdeleri arasında olan bu yapıt önemini söylenceye ve yazın dünyasını anlatmasına, bunu da son derece kişiselleştirmesine borçlu olsa gerek. Yazınsal hiç bir değeri olmamakla birlikte bu dünyanın içinde yuvalanmış insanlar (yazar-çizer takımı), dedikodusal ve özgüvenli, kendini beğenmiş  kentsoy edalı (şu dönemler, bu tip pompalanıyor) Altun kitabını beğeniyle okumuş olmalılar. İyi okur kendini sınamaya kalkıyor okudukça ve belki de böyle bir işlev kazanabilir bu yapıt.


*

İleri, Selim; Bu yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak,

Doğan yayınları, 2002


Selim İleri'nin bu son romanı onun hakkındaki tüm önyargılarımı yıktı ve bu yapıtın Türk Yazınının özellikle de son dönemlerinin en önemli yapıtlarından biri olduğu kanısındayım.

Yapıtla ilgili sıcağı sıcağına ve uzun yazmak istedim. Ne yazık ki bunu yapamadım. Selim İleri'ye ulaşmak, bu acı tanıklığı için ona teşekkür etmek istedim. Umarım bir gün olur bu.

Hem anlatım dili, anlatım tekniği, hem de yan temaları bakımından yaşadığımız gerçekle yazarın kişisel duygularını harmanlayabilen bu zengin roman, tek tek her okurunu dürüst olmaya, ve daha dürüst olmaya, daha... olmaya zorluyor.

Bu yapıtı okuduktan sonra hala daha kendimizi aldatabilir miyiz?

Bir kez daha okumalıyım.


*

İleri, Selim; Yarın Yapayalnız,

Doğan yayınları, 2004


Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak'dan sonraki romanı İleri'nin. Eleştirisi önceki denli güçlü ve parlak olmasa da, kendi ülkesinin, yaşantılarının üzerine kurduğu roman yine de etkileyici. Öykü kıyıda durmasına rağmen neden öyle? Acaba öykü kıyıda mi? (marjinal mi?)

Bundan hiç emin olmamalıyız. Bu öykü bence de burada ve sahih. Öte yandan eleştire eleştire eleştirdiğimiz şey de olabiliriz. İleri sınırda geziniyor sanki.

Usta bir yazarın, bir ustaya yaraşır dili ve kurgusu, ruh haliyle tümleşen biçemi bile bu romanı son yılların en iyilerinden biri yapmaya yeter. Zevkli bir okur deneyimi yaşatıyor İleri Yarın Yapayalnız'la, anlamasını bilene.


*

Kaygusuz, Sema; Doyma Noktası,

Can yayınları, 2002


Kaygusuz'un öyküleri bana çok şey vermedi.

Kendini daha geliştirmesi gerek. Kurgusunda bir zamanlama sorunu var sanki.


*

Uğurcan, Sema, Haz.; Doğumunun 100.Yılında Ahmed Hamdi Tanpınar, Ed. Sema Uğurcan,

Kitabevi yayınları, 2003


Tanpınar'a yine sağdan bakan yazılar... Oysa sağın kullanabileceği çok az şey var Tanpınar'da.

Proust'la Tanpınar'i karşılaştıran ciddi bir şey okumadım diyebilirim tüm Tanpınar okumam içerisinde.


*

Işın, Ekrem, Haz.; Troya, Ed. Sennur Sertürk,

Yapı Kredi yayınları, 2002


Troya sergisine bağlı olan (aynı zamanda katalog) kitap, Troya hakkında değişik araştırmacıların yaklaşımlarını, Troya konusundaki yeni anlayışları ve en son Troya katmanlarıyla ilgili bilinenleri derli toplu sergilemesi açısından bence çok hoş. Arkeoloji az okumama karşın bu yapıttan büyük zevk aldım.


Denizsel Troya Kültürü (Troya I, II, III) : MÖ 3000-2200: İlk Tunç Çağı.

Anadolu Troya Kültürü (Troya IV, V) : MÖ 2200-1700: Biten Erken, başlayan Orta Tunç Çağı.

Yüksek Troya Kültürü (Troya VI, VIIa) : MÖ 1700-1200: Orta Tunç Çağından Geç Tunç Çağı sonu.

Erken Demir Çağı (Troya VIIb 1-3) : MÖ 1200-950

Yunan Roma Bizans Döneminde Ilion : MÖ 10.yy-MS.5 yy.


*

Ağar, Sergun; Aşkın Samatya’sı Selanik’te Kaldı,

Can yayınları, 2001


Roman (anlatım) tekniği sorunlarına takılıp kalmış bir ilk deneme Ağar'ınki. Pek başarılı bulamadım. Koşutlu kurgu, ben anlatımının yalınkatlığıyla yakalanmak istenen özgünlük sıradan'ı çok fazla öne çıkarmış... Kişisel bir deney başkaları için ne zaman anlamlı olur? Azınlıklar sorunu biraz egreti duruyor. Ama cinsellik esirgenmemis beklendiği üzere...


*

Walia, Shelley; Edward Said ve Tarih Yazımı,

Everest yayınları, 2004


Said hakkinda iyi bir makale.

Tarih, doğu, ideoloji, hegemonya kavramları Said bağlamında irdeleniyor.


*

Edgell, Stephen; Sınıf,

Dost yayınları, 1998


Ne yazık ki, yüzeysel olarak okunan yapıt, geleneksel marksist sınıf çözümlemesine, yeni ve güncel katkı niteliği taşıyor.


*

Sim, Stuart; Derrida ve Tarihin Sonu,

Everest Yayınları, 2000


Yazar şöyle diyor:"Burada varmaya çalıştığımız nokta, Derrida'nın soncu tartışmaya sağladığı katkının kültürel açıdan çok önemli olduğu, kamuoyunun yaygın görüş ve izlenimlerini değiştirerek yapısökümünü esoterik bir entellektüel faaliyet alanı olmaktan çıkarabileceğidir."(10)


*

Samancı, Suzan; Korkunun Irmağında,

Metis Yayınları, 2004


Kuşkusuz Türkiye’de Kürtçü hareketin de anlatıları var. Okumak da gerek.

Sorun şu ki, anlatının siyasal bir davaya servis vermesi en başta güvenirliğini yıkar. Diyarbakır'da yaşayan Samancı (belirtilmiş) Batının da tanıdığı bir yazarımız olarak öyle sanıyorum işlevini yerine getiriyor, görevini yapıyor.

Okurun ne yerine konulduğu yazanı da aşan bir tartışmayı başlatır sonunda.


*

Acar, Süheyla; Dostluk Hüznü Paylaşmaktır,

Can Yayınları, 2004


Gerçekte belli bir düzeyi tutturmasına karşın bende çok iz bırakmadı bu öyküler. İzlemeli.


*

Yücel, Tahsin; Yalan,

Can Yayınları, 2002


Yalnızca romanı değil, yalnızca yaşamı da değil, romanı ve yaşamı bilen (bilinçle) birinin Türk yazınına bence çığır açacak bir armağanı Yalan.

Romana ilişkin tüm öğelerden kurulup da hiçbirine indirgenemez yetkinlikte bir bütünsel tasarım olarak Yücel'in Yalan’ı, ideolojiyi eleştirerek ideolojik bir tavrı da netleştirmiş oluyor. Gizemli nesne ve kurgular kendilerinden kurtuluyor, merak derinleşirken yokoluyor, toplum aynada kendi yüzüne bakmaya zorlanırken yazarın acımasız doğruluğu, erdeme çağrısını romanı kırarak değil, yücelterek, öyle değilmişçesine gerçekleştiriyor.

İçinde yaşadığımız toplum kendimiz olmamıza izin vermiyor. Yalan dışsal bir nesneye, varlığa bürünüyor. Yerdeğiştirmeler, sahte kurgular, eğretilemeler, sahte sanat, öykü, özanlatılar... Ortaya çıkan tip hem gerçek; yalan olarak ve boylu boyunca gerçek, hem de kurgulanmış, yaratılmış biri...

Biz kurtarılmak isteriz.

Biz bilisizden ermiş yaparız.

Bizim varlık nedenimiz ötekidir. Ötekinin kanıyla besleniriz.

Böyle bir toplum, yozluğu hep yeniden üretir.

Vb.

Roman,iyi romanlarda olduğu gibi çok katmanlı. Okura çok iş düşüyor. Dilin düzeyi yüksek tutulmasına karşın, halk dili duygusunu okura veren ne, bunu düşünmeli.

Türk yazınının görkemli yapılarından biri bu roman. Türk romanı bu noktaya erişebildiği için sevinçliyim.


*

Yücel, Tahsin; Kumru ile Kumru,

Can Yayınları, 2005


Tahsin Yücel'in bu son romanı da çarpıcı ve sanat dünyamız açısından derslerle dolu.

Romanın içine gömüldüğü bataklıktan çıkış yolunu gösteriyor Yücel. Bu yeni bir şey değil, ama unutulan bir sey.

Bir roman çatısı altına, evet, kente göç konabilir, yabancılaşma, şeyleşme, fetişizm, yeraltı dünyası, tüketme ve mantığı, doğanın yitirilmesi, vb. konabilir. Bir roman, içinde yaşanılan toplumu yansıtabilir, eleştirebilir, üstelik kimseye (kurguya, kişilerine, yapısına) zarar vermeden.

Bir küçük başyapıt denebilir bu roman için. Sanırım ülkemizde ortalama okur algı düzeyinin üzerinde kalıyor Yücel.


*

Halman, Talat Sait; A’dan Z’ye Yunus Emre,

Yapı Kredi yayınları, 2003


Halman'ın bu çalışması, Yunus’un aruz vezni kullanımıyla ilgili yargısı dışında iyi sayılabilir.